Stefan Zweig'in yazdığı bu güzel kitap, akıcı üslubu ve özgün konusu sayesinde bir an bile elinizden bırakamayacağınız bir şahesere dönüşüyor.
Konu olarak, Uzakdoğu'ya giden başarısız bir doktorun bir gün muayenehanesine kürtaj için gelen kadına duyduğu saplantılı aşkla başlayıp ana karakterimizin Avrupa'ya dönerken gemide her şeyi hiç tanımadığı bir yolcuya anlatılışıyla devam ediyor.
Karanlık atmosferi ve hikayenin en sonunda ne olacak hissi okurun kitabımızdan bir salise bile kopmasına izin vermiyor.
İçerisinde birçok güzel tespit ve ruh çözümlemesi olmasına karşın belki de en güzeli, kitabımıza ismini veren Amok kelimesinin anlamıdır.
"Amok, şöyle oluyor: Bir Malezyalı, herhangi bir sıradan, kendi halinde adam içkisini içiyor. Ruhsuz, ilgisiz, donuk bir biçimde oturuyor oracıkta. Tıpkı benim odamda oturduğum gibi. Sonra ansızın ayağa kalkıyor, hançerini kapıyor ve sokağa fırlıyor. Dosdoğru koşuyor, dosdoğru. Nereye gittiğini bilmeden. Yoluna ne çıkarsa, insan olsun hayvan olsun hançerini saplıyor, akan kan onu daha da çıldırtıyor. Ağzı köpürüyor, kudurmuş gibi uluyor. Ama koşuyor, koşuyor, koşuyor, ne sağa bakıyor ne sola, acı acı haykırarak, elinde kanlı hançeriyle korkunç koşusunu sürdürüyor. Köylerdeki insanlar bu Amok Koşucusu'nu hiçbir gücün durduramayacağını bilirler. O gelirken uyarmak için 'amok! amok!' diye haykırırlar ve herkes kaçışır. Ama o bunları hiç duymadan koşar, hiç duymadan koşar, görmeden koşar, önüne çıkanı devirir. Sonunda kuduz bir köpeği vururcasına vurup öldürürler onu ya da ağzından köpükler çıkararak yere yığılıp kalır."