Annem, "Atatürk zamanında bizim ülkede de öyleydi. Hep ne olursa olsun kendi malımız, yerli malı kullanılsın istemişti Atatürk" diyor. Halk da öyle yapıyormuş, ama demokrasi diye ikinci parti gelince, görmemişler gibi dışarıdan ne varsa getirtilmeye başlanmış. Karşılığında satılacak doğru dürüst malımız da olmadığından, elde avuçta olan paralar bitmiş. Bu kez bütün devletlerden borç istemişiz. Şu son zamanlarda artık borç isteyecek ülke kalmamış, Almanlara başvurmuşuz. Alman Maliye Bakanı gelerek, bizim hükü mete, aldığımız borcu ne yapacağımızı sormuş. Ona sağlıklı bir plan gösterilmediği için bırakıp gitmiş. Ben bunları pek bilemiyo rum; çünkü, derslerle uğraştığımdan, ülke sorunlarıyla hiç ilgilenmiyorum. Ama annemin "yeni savaştan çıkmış, yanmış yıkılmış bir ülkeden nasıl utanmadan para istenildi?!" diye üzüldüğünü biliyorum. Bunun arkasından bir olay annemi daha da çok üzdü. O da, birlikte çalıştıkları bir Alman profesör, anneme "Size borç veremediğimiz için çok üzüldüm, ama siz de hak verin! Alınacak borcun kendi ülkenize veya dünya ekonomisine nasıl bir yarar sağlayacağı gösterilemezse, o istenen borç bir tür dilencilik olmaz mı?" demiş.
Kendimi koca dünyada yapayalnız buluyordum. Etrafımda insanlar vardı; dostlarım, kardeşim, annem vardı. Yine de yalnızlığı ilk kez bu kadar derinden yaşıyordum. Hiç kimse ya da hiçbir şey, yalnızlığıma son vermeye yetmiyordu.
Garson son kez geliyor masaya, babamın önünden tek çay bardağını alıyor. “Bir çay daha içer miydin abi?” diye soruyor babama. Babam bir önündeki çay bardağına, bir de anneme bakıyor. Annemin yüzünde, doğurduğu üç oğlanın üçünün de hayatlarındaki kadınlarda arayacağı o yumuşacık gülüşü görüyor babam. “Ben içmişim ya çayı” diyor yerin dibinden gelen şaşkın bir ses tonuyla... “ikidir” diyor annem, “ilk yudumlan ben içiyorum, gerisini sen...” Gülüyorlar orda. Kırk yıl sürecek bir gülüşle, her anlattıklarında aynı neşeyle gülüyorlar.
Hiç düşünmeyen ve aldırmayan bir toplumda hayatımı kazanabilmek için dişimle tırnağımla savaşır, çöl botlarımın tabanını Fransız Mahallesi’nin eski, kaldırım taşı döşeli yollarında aşındırıp adi, tırtıklı lastiğe dönüştürürken, aziz (ama yoldan çıkmış), eski bir tanışıma rastladım. Bu yozlaşmış insana ahlaksal üstünlüğümü kolayca kabul ettirdiğim
“Melody alfabeyi, tüm harflerin seslerini ve yüzlerce kelimeyi biliyor. Kafasında sayıları toplayıp çıkarabiliyor. Tüm bunları son veli toplantısında konuşmuştuk öyle değil mi?” Annemin kendine hakim olmaya çalıştığını söyleyebilirdim.
Öğretmen, “Abarttığınızı düşünmüştüm,” dedi. “Aileler konu böyle çocuklara geldiğinde her zaman gerçekçi olamıyor.”
Annem, “Eğer onlara bir kez daha ‘böyle çocuklar’ diye hitap ederseniz, ben de çığlık atabilirim,” diye bağırdı.
Ortaokul son sınıftayken bir nisan sabahı ilk kez kanadım. Sonrasında âdet haline gelecek bu kanama durumunu anneme söylediğimde yanaklarıma, biri sağdan biri soldan olmak üzere iki okkalı tokat attı. Buz gibi oldum birden. Tuvaletten çıkıp külotumda gördüğüm kan lekesinden bahsetmiştim ve annem var gücüyle iki tokat atmıştı bana.
...
Meğer âdet gelenek böyleymiş. îlk kanadıkları gün anneler böyle yaparmış, çat çut iki tokat geçirirlermiş kızlarının suratına. Hem de ne için? Kırmızı yanaklar. Hayatımda daha saçma şey duymamıştım. Ödenen bedele karşılık alman buydu yani, kırmızı yanaklar.