Dağların görünümü, daima insanların kalplerine ilhamlar vermiştir ve dünyanın dört bir yanında dağlar, genellikle, Tanrıların mekânları kabul edilmişlerdir. Şüphesiz ki bu, İslam'ın asla kabul edemeyeceği bir düşünceydi; bundan daha ilginci ise, Kur'an'ın belirttiği şu husustur: Dağlar, yeryüzünü sabit tutmak için bulundukları noktalara yerleştirilmiş olsalar da, “bulutlar gibi" (Sure, 27/88) hareket ederler ve kıyamet gününün dehşeti esnasında da "akılmış pamuk” (Sure, 30/9) gibi olacaklardır. Üstelik Sina Dağı, Rabbin azametinin tecellisiyle paramparça olmuştur (Sure, 143).
Mevlânâ'ya göre bu olay, dağın vecd içinde Sema etmesi” anlamına gelmektedir (M, 1, 876). Bu nedenle dağlar, Allah'ın her yerde hazır ve nazır olduğunun işaretlerinden başka bir şey değillerdir; diğer bütün yaratıklar gibi onlar da Allah'ın önünde secde ederler (Sure, 22/18). Gerçi, bir insanın bazı dağlarda salt dünyevi tecrübeden daha fazlasını bulabileceği fikri, İslami gelenekte de pekâlâ kabul edilir. Bu bağlamda, bir hadise göre dünyadaki ilk dağ olup sonradan velilerin buluşma yeri hâline gelen Mekke yakınındaki Ebu Kubeys Dağı ya da
Ortaçağ'da mücahit bir velinin türbesinin bulunduğu Ankara yakınındaki Hüseyin Gazi dağı vb. yerleri zikretmek yeterlidir.