Cehennem'e yapılan atıfların yanı sıra, ateşin birtakım olumlu özellikleri de vardır. Ateş, özel konumunu Sina dağında yanan çalıdaki ilâhi tecelliyle kazanmıştır. Bu ateş, yararlı bir ateşti; sonraki şairler, gerçekten de bir alev gibi gözüken kırmızı renkli laleyi, kutsal dağdaki ateşe benzetmek temayülünde olmuşlardır. Ateşin ilâhi yönünün başka bir ifadesi ise, “ateşteki demir” diye sıklıkla kullanılan teşbihtir. “Ateşteki demir”, gerek Hristiyan ve gerekse Hint geleneklerinde bilinen bir semboldür. Mevlânâ, şehit sufi Hallac'ın (öl. 922) “Ene'l-Hak (Ben Hakkım)” sözünü, onu ateşteki bir demire benzeterek açıklar: Kızgın demir, “Ben ateşim” diye haykırır, bununla birlikte onun özü ateş değil, demirdir (M II, 1347). Çünkü yaratılışın maddi ve fiziksel yönü devam ettiği sürece, Tanrı ile insan arasında mutlak birliğin gerçekleşmesi asla mümkün değildir.
Nehirler, zannedildiği gibi, sadece bu dünyaya mahsus değillerdir: Cennet, Kur'an'ın pek çok yerinde “altından ırmaklar akan bahçeler” (Sure, 48/17) olarak betimlenmektedir. Berrak bir suyun temizleyici ve serinletici özelliği, ezeli güzelliğin bir parçasını teşkil eder ve Yunus Emre de (61. 1321) doğru bir tespitle, Cennetteki ırmakların sürekli Allah'ın ismini andıklarını söylemiştir. Bazen Cennetin dört nehrinden bahsedilir; başta bir türbenin veya köşkün etrafını çevreleyen bahçeler olmak üzere pek çok bahçenin dört kanallı yapısı, Kevser ya da Sefsebil gibi nehirlerin bereketleri tazeleyecekleri Cennette ümitle beklenen düzeni yansıtır.
Reklam
Ümmetine hayat bahşeden bir mesajla gönderilen kimse, bereketli bir yağmurla mukayese edilemez mi? Bu fikir, özellikle Doğu İslam dünyasında (Hz.) Peygamber hakkında yazılan çok güzel kasidelere ilham vermiştir. Sindli Şeyh Abdullah Latif (öl. 1752), “Sur Sarang” isimli kasidesini (Hz.| Peygamber'e ithaf etmiştir. Şeyh Abdullah, kasidesinde yağmuru bekleyen kavrulmuş toprakla, İstanbul'dan Delhi'ye, hatta daha ötelere kadar uzanan bir yağmur bulutu olarak tezahür eden sevgili peygamberin kendilerine ulaşması ümidini ustalıkla birleştirmiştir.
İnsan, sudan asla çekinmemelidir -her şeyden önce kirleri temizlemek Mevlânâ'nın sürekli vurguladığı gibi, suyun bir görevi, hatta neşesidir; Rahmet suyu, günahkarları bekler. Suyun yaşam kaynağı olma özelliği, gayet doğallıkla, taliplerin hedefi olan “Ab-ı Hayat (hayat suyu)” kavramına göcürmüştür. Ab-ı hayat, 18. sure, 60. ayetten anlaşıldığı kadarıyla, uzaktaki “mecmau'İ-bahreyn (iki denizin karşılaştığı yer)”e yakındır. Ab-ı hayat, yeşil bir pınar gibi, kara toprağın en derin dehlizlerinde bulunmaktadır ve İskender gibi kahramanlar kutsal pınarı kaybedip ölümsüzlüğü elde edememiş olsalar bile, sadece veli-peygamber Hızır saliği buraya götürebilir.
Çeşmeler, genellikle velilerin türbelerinin yakınlarında bulunurlar, muhtemelen pek çok kutsal yer mevkii, sadece yakında bulunan bir su havzası veya pınarın bereketi nedeniyle seçilmiştir. Bahraih'de Salar Mesudi'nin türbesinin yakınındaki suyun, cüzam hastalığını iyileştirdiğine inanılır. Karaçi yakınındaki Mango Pir havuzu, İslam öncesi gizemli bir mekânın bir Müslüman türbesine dönüşmesiyle ilgili etiyolojik menkıbelerin ilk örneklerinden birisi olarak görünmektedir, bunun nedeni, havuzun sadece 13. yüzyılda yaşamış bir velinin türbesinin yakınında olması değildir, bunun yanı sıra havuz pek çok timsaha ev sahipliği yapar; bunların selefi olan veli, bir sebeple öfkelenmiş ve çiçek olarak ortaya çıkmışur. Bangladeş'teki Bayezid-i Bestami türbesindeki büyük havuz, oldukça iğrenç beyaz kaplumbağalarca işgal edilmiştir. Aynı yerde Siler'te ise, balık resimleriyle dolu bir kuyu türbenin önemli bir kısmını teşkil etmektedir.
Dağların görünümü, daima insanların kalplerine ilhamlar vermiştir ve dünyanın dört bir yanında dağlar, genellikle, Tanrıların mekânları kabul edilmişlerdir. Şüphesiz ki bu, İslam'ın asla kabul edemeyeceği bir düşünceydi; bundan daha ilginci ise, Kur'an'ın belirttiği şu husustur: Dağlar, yeryüzünü sabit tutmak için bulundukları noktalara yerleştirilmiş olsalar da, “bulutlar gibi" (Sure, 27/88) hareket ederler ve kıyamet gününün dehşeti esnasında da "akılmış pamuk” (Sure, 30/9) gibi olacaklardır. Üstelik Sina Dağı, Rabbin azametinin tecellisiyle paramparça olmuştur (Sure, 143). Mevlânâ'ya göre bu olay, dağın vecd içinde Sema etmesi” anlamına gelmektedir (M, 1, 876). Bu nedenle dağlar, Allah'ın her yerde hazır ve nazır olduğunun işaretlerinden başka bir şey değillerdir; diğer bütün yaratıklar gibi onlar da Allah'ın önünde secde ederler (Sure, 22/18). Gerçi, bir insanın bazı dağlarda salt dünyevi tecrübeden daha fazlasını bulabileceği fikri, İslami gelenekte de pekâlâ kabul edilir. Bu bağlamda, bir hadise göre dünyadaki ilk dağ olup sonradan velilerin buluşma yeri hâline gelen Mekke yakınındaki Ebu Kubeys Dağı ya da Ortaçağ'da mücahit bir velinin türbesinin bulunduğu Ankara yakınındaki Hüseyin Gazi dağı vb. yerleri zikretmek yeterlidir.
Reklam
Geri199
1.000 öğeden 991 ile 1.000 arasındakiler gösteriliyor.