MEÇHUL ŞEHZADE: DELİ KURT 1403 yılının sonlarıdır. Üstü örtülü bir kağnı gecenin karanlığında ilerlemektedir. Genç bir atlı tedirgin bir şekilde kağnıyı yönetmektedir. Kağnıda Yıldırım Bayazıd'ın oğlu İsa Beğ'in eşi Bala Hatun vardır. Bala Hatun hamiledir. Osmanlı sipahisi Çakır Ağa onu sütanasının evine götürmektedir. Çakır Ağa, İsa
MEÇHUL ŞEHZADE: DELİ KURT Olay Örgüsü 1403 yılının sonlarıdır. Üstü örtülü bir kağnı gecenin karanlığında ilerlemektedir. Genç bir atlı tedirgin bir şekilde kağnıyı yönetmektedir. Kağnıda Yıldırım Bayazıd'ın oğlu İsa Beğ'in eşi Bala Hatun vardır. Bala Hatun hamiledir. Osmanlı sipahisi Çakır Ağa onu sütanasının evine götürmektedir.
Reklam
“Ha anladım, öbür taraf. Dünyanın tersi!” demişti. “Yani, burada olan şeylerin tersi oluyor orada.” “Ne gibi?” “Ne bileyim; ağaçlar çiçek açacağına, çiçekler ağaç açıyor; otomobiller uçuyor, okullarda ders yerine eğlence var. Öğrenciler eğlenmekten zaman bulabilirlerse, gizli gizli kitap okuyorlar. Her çocuğun günde en fazla iki saat çalışma hakkı var. Zorunlu Eğlence Saatleri’nde kitap okumak, matematik problemi çözmek, tarihi konularda bilgilenmek falan yasak.” Meltem suratını ciddileştirerek susmuş ve, “Anlıyorum,” demişti. Öteki tarafın nasıl bir yer olduğunu hayalinde canlandırmaya çalışmış, sonra da İlyas’ı soru yağmuruna tutmuştu. “O zaman, bulutlar gökyüzünde değildir orada, değil mi?” “Elbette ki değil. Yerdeler. Zaten yağmur da yerden yukarı doğru yağıyor. Yağmurdan sonra, yürürken ayağın yerdeki gökkuşaklarına takılıyor. Hastaneler gökkuşakları yüzünden düşüp, kolunu bacağını kırmış insanlarla doluyor. Allah’tan yerlerde bulutlar var. Düşünce, bu yumuşak şeylerin üstünde buluyorsun kendini. Tabii şanslıysan. O zaman incinmiyorsun.”
Bana bir gün İlyas-ı Habır isimli bir Mardinlinin hikâyesini anlatmıştı. İlyas’ın Roma’da bir restoranda çalışan akrabaları varmış. Onları ziyarete gitmiş. Akrabaları her gün çalışmaya gidince o da sokağa çıkıyor, Roma’da bilmediği yollarda dolaşıp duruyormuş. Bir gün yolu park gibi nefis bir yere düşmüş. Orada çiçekler, ağaçlar, göller arasında
Sayfa 404 - Doğan Kitap
Şefkatli karısının dikkatli bakımına, bir an üzerinden ayrılmayan gözlerine rağmen sürekli rahatlık, hareketsizlik, gamsızlık yavaş yavaş hayat makinesini körletmişti. İlya İlyiç zahmet çekmeden, can çekişmeden, kurulmamış olduğu için duran bir saat gibi bitivermişti. Kimse son anlarını görmedi, son iniltilerini işitmedi. Birincisinden bir yıl sonra bir inme daha gelmiş ve iz bırakmadan geçmişti. Yalnız İlya İlyiç zayıflamış, sararmış, az yemek yer, bahçeden başka bir yere gidemez olmuş, gittikçe daha sessiz, daha dalgın bir hale düşmüştü. Zaman zaman da ağlıyordu. Ölümün yaklaştığını hissedip korkuyordu. Birkaç defa bayılıp kaldığı da oldu. Bir sabah Agafya Matveyevna ona her zamanki gibi kahvesini getirdi ve onu sakin sakin uyuyormuş gibi ölü buldu. Yalnız başı yastıktan biraz aşağı düşmüş, eli herhalde ağrı duyduğu için kalbinin üstünde gerilip kalmıştı.
“Burası özel bir mezarlıktır” demiş. “Buraya gömülen insanlar mezar taşlarının üstüne gerçek yaşlarını değil, hayatta mutlu oldukları günleri yazarlar. Kimi 21 gün mutlu olmuş, kimi 37 gün. 52’yi geçen çıkmadı daha.” Bekçiye teşekkür edip ayrılmışlar. İlyas bir süre sonra Mardin’e dönmüş. Uzun bir ömür sürmüş, sonra bir gün hastalanmış. Ölüm döşeğinde oğullarını başına toplamış ve demiş ki: “Size bir vasiyetim var. Mezar taşıma aynen şöyle yazacaksınız: İlyas-ı Habır bitti / Anasından doğru kabre gitti.”Mardinli arkadaşım, bu gün görmemiş, hayatta bir gün bile mutlu olmamış adamcağızın hikâyesini anlattığında hep beraber gülerdik. Frankfurt uçağında, kendi kendime gülmemeye dikkat ederek bu hikâyeyi düşünüyor, bir yandan da onu kendi hayatıma uyarlamaya çalışıyordum. Acaba ben mezar taşıma kaç gün yaşadığımı yazdırırdım? Hayatımda mutlu günlerim olmuştu elbette, ama mesele sadece mutluluk değildi. Önemli olan yaşadığını, hayatın bir anlamı, bir değeri olduğunu hissetmekti. Elinde çiçekler tutan beyaz gelinlik giymiş bir kızın mutluluğu gibi bir şey değildi bu. Daha derin bir varoluş sorunuydu. Dünyaya gelmiş olmamın bir anlamı var mı, bu yaşlı gezegene ya da üstünde yaşayan insanlara küçücük bir katkım oluyor mu gibi tuhaf soruların cevabıydı. Bu açıdan bakınca profesörle geçirdiğim günleri mezar taşıma yazdırabilirdim. Acı çekmeme rağmen bir değerim olduğunu hissettirmişti bana. Ve bunu sadece karşımda şapkasını çıkararak yapmamıştı.
Reklam
Ştolts Oblomov'un bu hayat hamlelerini elden geldiği kadar sürdürmeye çalışırdı. Oblomov'un şiire olan sevgisini bu yolda kullanmış, bir buçuk yıl kadar onu düşünce ve bilgi sevgisiyle yaşatmıştı. Dostunun gençlik coşkunluğunu şiir dünyasından daha olumlu çabalara çevirmek istemiş, gelecek için onu daha olumlu, daha verimli bir hayat
Bana bir gün İlyas-ı Habır isimli bir Mardinlinin hikâyesini anlatmıştı. İlyas’ın Roma’da bir restoranda çalışan akrabaları varmış. Onları ziyarete gitmiş. Akrabaları her gün çalışmaya gidince o da sokağa çıkıyor, Roma’da bilmediği yollarda dolaşıp duruyormuş. Bir gün yolu park gibi nefis bir yere düşmüş. Orada çiçekler, ağaçlar, göller arasında
dumanı üs­tünde
bir okul arkadaşım, şimdi dumanı üs­ tünde bir avukat olmuştu.
"Ştoltz: — Biraz kâğıt versene bana, dedi; bir şey yazacağım. — Zahar, bak Andrey İvanoviç kâğıt istiyor. Zahar dışarıdan bağırdı: — Kâğıdımız yok ki.
149 öğeden 1 ile 10 arasındakiler gösteriliyor.