Rıhtımdaki balıkçıların bir şey tuttukları yoktu. Hatta ille de balık tutmaya bile pek hevesli değil gibiydiler. Balıklar onları tanıyor olmalıydı. Hep birlikte orada durup “mış gibi” yapıyorlardı. Son bir dem güzel güneş, suyun üzerinde mavi ve altın dalgalı yansımalar sektirerek etrafımızda hâlâ bir parça sıcaklığın kalmasını sağlıyordu. Rüzgâra gelince, karşıdaki koca ağaçların arasından serin serin esiyordu, güler yüzlüydü rüzgâr, binlerce yaprağın arasından, yumuşak bir esinti halinde eğiliyordu. Keyfimiz yerindeydi. Dolu dolu iki saat kaldık öylece, hiçbir şey tutmadan, hiçbir şey yapmadan. Derken, Sen nehri karardı ve köprünün köşesi alacakaranlığın kızılına boyandı. Dünya rıhtımın önünden geçerken bizi unutuvermişti burada, bizleri, kıyıyla suyun arasındakileri.
Kemerlerin altından çıkıverdi gece, şato* boyunca yükseldi, cepheyi, gölgenin önünde alevlenen pencereleri, teker teker ele geçirdi. Sonra onlar da, pencereler de söndüler.
Bir kez daha yola koyulmaktan başka yapacak bir şey kalmamıştı.
* Louvres müzesi.
Bazı insanların kanatları kalplerindedir. Kalplerinin güzelliği önce gözlerine, sonra gülüşlerine vurur. O kalpleri ve gülüşü taşıyan sadece ayaklarımız değildir.