Kaçırılan bir çocuğa dair
...
Genç kadınların ısrarı üzerine hâkim bey kibarca öksürüp
sandalyesinde biraz doğruluyor. Herkes ağzına bakarken,
“Sizleri meşgul etmekten çekiniyorum gerçekten” diyerek
yan çizme eğilimini belli edince karısının,
“Hadi ama uzatma, herkes dinlemek istiyor” demesi üzerine tane tane,
güzel bir Türkçeyle
İstanbul'dan kaçırılan, Rusya'dan getirilen yurtiçindeki uzak depolarda bulunan silah ve cephane ile Vergi kurullarınca toplanan malzemenin cepheye ulaştırılması, yüz bin kişilik bir ordunun aksamadan her gün ikmal edilmesi dev bir işti. Bu işi gerçekleştirmek için on binlerce asker ve subay ile kadın, kız, çocuk, sakat ya da yaşlı erkeklerin yönettiği araba, kağnı, deve ve eşek kollarından oluşuyordu. Bu kollar doğrudan Ankara'ya ya da Yahşıhan 'a akıyorlardı. Karınca ordusunun görevi bu kadarla bitmiyordu dönüşte ağır yaralıların ve bozulan silahların Polatlı ya da Malıköy istasyonlarına taşınması gerekiyordu. Ordu adsız kahramanlardan kurulu bu karınca ordusunun sayesinde ayakta durmaktaydı.
“Eski ve kapanmış bir çocuk kaçırma dosyası yeniden açılmış ve önüme gelmişti” diye devam ediyor hâkim bey. “O davadan yaklaşık dokuz yıl önce, İzmir’de ticaretle uğraşan, otuzlu yaşlarında Serdar Yolaçan’la eşi yirmi dokuz yaşındaki Sibel Yolaçan’m iki çocuğundan biri olan Ebru kaçırılmıştı. Kaçırılma olayı da şöyle olmuş: Bir haziran günü Sibel,
Atalarımız, o iki yıl, sekiz ay ve yirmi sekiz gece boyunca cin tehdidine karşı sürekli teyakkuzda olmayı öğrendiler. Çocuklarının güvenliği için çok endişeleniyorlardl. Çocuk odalarının ışıklarını hep açık bırakmaya, küçük oğlanlar ve kızlar havasızlıktan ve sıcaktan şikâyet etse de yatak odalarının pencere ve kapılarını sürekli kilitlemeye başladılar. Cinlerden bazıları çocuk kaçırmaya meraklıydı ve kaçırılan çocukların akıbeti bilinmiyordu. Ayrıca, boş bir odaya girerken önce sağ ayakla adım atmak ve alçak sesle affedersiniz demek de iyi bir fikirdi. Hepsinden çok da, karanlıkta yıkanmamaya özen göstermek gerekiyordu, çünkü cinler karanlığı ve nemi severdi. Loş ışığı ve yüksek nemiyle hamam oldukça tehlikeli bir yerdi. Bunların hepsini o yıllarda yavaş yavaş öğrendi atalarımız.