'Hiç kitap okumayan bir adam niçin merak eder seneye yazılacak kitapları? Bu dünyada bile yaşamayı beceremeyen niçin merak eder diğer gezegenlerdeki hayatı? Geçmiş ve bugün ne zaman bitirildi de gelecek sorgulanıyor? İşler hala kalleşçe hallediliyor ikili ve uluslararası ilişkilerde... Her ülkenin sınır komşuları dost ve kardeş düşman ülkeler... Doğru düzgün top bile oynayamıyorlar kavgasız! Oyunları savaş gibi görenler savaşı da oyun gibi görüyor elbet... Aynı kadına sevdalananlar birbirini vuruyor, aynı şeyden nefret edenler can ciğer arkadaş... Bir şeyi, bir kadını, bir erkeği ya da bir ülkeyi sevmenin cezası ölüm bile olabiliyor bazı...''
Çocukluğumuzda, bilincimiz yarıldığı ve bu sırada empati yetimiz bastırıldığı için insan oluşumuzla bağımızı yitiriyoruz. Kendi acımız ve bir başkasının acısı karşısında duyarsızlaşıyoruz. Değerler sistemimizin ne denli iktidara ve otoriteye yönelik olduğunu göremiyoruz veya görmek istemiyoruz. Bu durumda tarihin akışını niçin savaş ve yıkımın, şiddet ve gaddarlığın belirlediğine bir açıklama getiremiyoruz. Gaddarlık az sayıda insandan kaynaklansa da, çoğu insan da buna katılıyor.
Reklam
1 - Bir şeyin gerçek olmasını ne kadar çok isterseniz, o şeyin gerçek olma olasılığını abartan bir hikayeye inanma olasılığınız o denli artar. Hayatınızın en mutlu günü hangisiydi? Bu masum soru, How to Live Forever (Sonsuza dek nasıl yaşanır?) adlı belgesel de 100 yaşında bir hanıma soruluyor ve karşılığında inanılmaz bir yanıt geliyor.
savaşacağız ve madem bir şeylerin bizi sevkedip sürüklemesiyle bizim muharebe usûlünü, savaş meydanını seçmemiz arasında savaşın sonuçlanması bakımından hiçbir fark yok; niçin birinciyi değil de ikinciyi seçelim, neden bile isteye savaşa girelim ve neden saldırıları karşılamak üzere kendi yolumuzda yürümek tercihinde bulunalım? Bu sorunun cevabı yok. Daha doğrusu bu soru, cevabını içinde taşımaksızın sorulamayan türden. İnsanları böyle bir soruyu göze alanlarla, bu türden soruları kendilerinden uzak tutmaya çalışanlar diye ikiye ayırmak bile mümkün. İnsanların çoğunluğu kendilerine sunulmuş anlama kalıplarını ve toplum tarafından geçerli-sayılmış eyleyiş biçimlerini eleştirmeksizin benimserler. Bu kalıp ve biçimleri eleştirmeye güçlerinin yetmeyeceğini düşünürler. Böyle insanlar bilinçli bir savaş yürütmezler, kendilerine özgü yolu aramazlar. Savaşın gereğini yerine getirirler ve üzerinde bulundukları yoldan giderler. Sorgusuz, sualsiz. Azınlıkta bulunan bazı insanlar ise savaşın gereğini yerine getirip getirmeme konusunda bir açıklığa varmak isterler. Yaşamak savaşmaya, savaşmak yaşamaya değer mi? Bu soru bir kez soruldu mu, artık cevaplandırılmış demektir. Çünkü "Ne için?" sorusu, onun bir şey için olması zorunluluğunu anlatır. Savaşı sorgulamayanlar onun neye değdiğini bilmeye de uzak kalacaklardır.
Başımıza taş yağmadığına şükür... Bunca savaş oldu, kan gövdeyi götürdü, Allah bize niçin acımaz? Neremize acısın? Köprüden Kadıköy'e giden vapurda Türk hanımlarına yabancı askerler sarkıntılığa kalkışmışlar. Biz bir yandan birbirimizi öldürüyoruz sokak ortasında, bir yandan da Harp Divanlarımız asacak Müslüman arıyor
“ Savaş sürdükçe, belki anlaşılır. Ya sonra, ya bittikten sonra savaş? Niçin ölmek zorunda kaldığınızı kim anlayacak, anlaşılacak mı bu?”
Sayfa 183Kitabı okudu
Reklam
1.000 öğeden 1 ile 10 arasındakiler gösteriliyor.