Saygısız ve münasebetsiz bazı şöhret sevdalıları, benim adımla etrafa fışkı attılar. Böylece memleketimin kıymetleriyle aramı açmaya çalıştılar. Hatta yine böyle bir hadisede Ahmet Emin Yalman’a Bakırköy Tımarhanesi’nden gönderdiğim ve Vatan gazetesinin 26 Kasım 1945 tarihli sayısında çıkan mektubumun bir yerinde şöyle demiştim: “Kimler tarafından yazıldığı bence malum olmayan bu yoldaki daha birçok hezeyanların bana isnat edildiğini biliyorum. Hatta ağızdan ağza yayılmazdan evvel maarifçi birçok dostlarıma hususi surette okudukları ve yazdıkları bu melanet zifoslarını, bana isnat etmekten çekinmeyen bulanık ruhlu, kuş beyinli şahısların kimler olduğunu; aşinalarımın keskin zekaları seçmekte ve şahsiyetlerini tayinde hiç de güçlük çekmemektedirler... ”
XXII - XXIIIKitabı okudu
Meşhur Danyel Hue'nin dediği gibi hikaye ve rivayet denilen şey, ya bir mevcudu tarif veyahut bir muhayyeli tasvir demek olup şey-i mevcudu tarife "tarih", şey-i muhayyeli tasvire "roman", yani masal derler. Asrımızda natüralist sınıfını teşkil eyleyen romancıların piri addolunan Emile Zola, romanlarına, Bir Familyanın Tarih-i Tabii ve içtimaisi namını vermiştir ki, işte Danyel Hue'nin bu hükmüne Tevfik-i harekette bulunmuş demektir.
Sayfa 14 - DergahKitabı okudu
Reklam
"Tevfik Bey, evi neredeyse tümüyle karısının arzularına bırakmıştı, Rukiye yapacağı bir değişiklik için onun fikrini sorduğunda, ki her defasında mutlaka sorardı, genç adam sadece gülümser, senin beğendiğini beğendim derdi, sen de bir şey söyle derdi Rukiye, ben söyleyeceğimi evlenirken söyledim, Rukiye Hanımefendi'nin kölesiyim dedim bitirdim."
Sayfa 348 - Everest YayınlarıKitabı okudu
Mektupların asıllarından makineyle yazılmasında büyük emeği geçen, üstün dikkatiyle kelimelerde değil, harflerde bile tek bir yanlış yapmamak için var gücüyle çalışan Nâzım Hikmet’in küçük kız kardeşi Fatma Melda Kalyoncu’ya, çoğu tarihsiz olan mektupların yerli yerini bulmasında büyük yardımı olan, üzerinde çalışacaklara kolaylık sağlamasını düşünerek numaralanmasını teklif eden değerli araştırmacı-sanatçı dostum Cevdet Kudret’e, bu kitabın en iyi teknikle basılması için, maddi ve manevi hiçbir fedakarlığı esirgemeyen aydın yayımcı, Bilgi Yayınevi sahibi Ahmet Tevfik Küflü kardeşime, müessese müdürü şair dostum M. Sunullah Arısoy’a, en yeni tekniği kolayca hükümleri altına alarak kitabın mükemmelliğini sağlayan işçi arkadaşlara burada teşekkür etmeyi borç bilirim. Bu önsözü, şimdi, dünyada son namuslu insan yaşadıkça var olanlarla beraber bulunan Türk şairine yazdığım yüzlerce mektuptan biri sayıyor, öyle de bitiriyorum. Seni, aziz Nâzım Hikmet, sevgiyle selamlarım. Şiirimizi, yani, Anadolu halklarının yüce duygularını, bir “şair başı boyu yükselten” mübarek ellerini saygıyla öperim. Sağol! Kemal TAHİR
Ramazan başlamıştı. Önce sokaktan geçen erkeklerin ve çocukların ellerinde bir yandan öbür yana salladıkları fenerler, odanın perdelerinde ışıktan yarım daireler çizerek geçiyorlardı. Sonra sahura kaldıran davul… O günlerde İstanbul’un bu kısmı sadece eski ve geniş saçaklı ahşap evler ile dolu idi. Sütnine elimi yakaladı ve beni camiye götürdü. Sokaklar, yüzü peçeli gençler, renk renk çarşaflı kadınlar, ellerinde tespih çeken erkeklerle dolu idi. Her cami avlusu, renkli ve değerli taşlardan yapılmış tespihler, çubuk, sigara ağızlıkları, kuruyemiş, baharat ve akla gelmeyen şeylerle dolu idi. O evde, Ramazan gecelerinde Ahmet ağa beni Karagöz’e de götürürdü. Üsküdar çarşısında büyük bir kahvede oynarlardı. Sokakları kalabalık kız erkek alay alay çocuk hatta büyükler kahvenin bahçesine dalarlardı. Sinekli Bakkal’daki kız Tevfik bu akşamların bende bıraktığı intibahtan bir hayli şey almıştır. Kahveye seyirciler için birer iskele konur, orta yerde küçük beyaz bir perde, üstünde acayip bir ejderha resmi dolaşır arkasında esrarlı bir vızıltı işitilir. Küçük seyirciler ayaklarını yere vurarak “Başlar mısın, başlayalım mı?” diye bağırır dururlardı. Nihayet teflerin çalınması ve perde arkasından gelen bir şarkı seyirci alayını teskin eder ve sonra da oyun başlardı.
Hâlâ bir İslâm tarihimiz yok. İkinci meşrutiyet intelijansiyası, bir Abdullah Cevdet, bir Rıza Tevfik, bir İzmirli, bir Said Halim, bir Mehmed Ali Ayni, bir Şehbenderzade teker teker incelenmedikçe böyle bir işi başarmamız düşünülemez. Oryantalizm, irfan tarihimizde böyle bir dönemin varlığından habersiz veya habersiz görünmek istiyor. Acaba şöyle desek hatâ mı etmiş oluruz: İkinci Meşrutiyetteki İslârnî düşüncenin en toplayıcı, en selâhiyetli temsilcisi Ahmet Midhat. Fakat «Hace-i Evvel», Şehbenderzade'den daha geveze ve daha dağınık. Efendinin arkasında bir Galatasaray yok. Kendi kendini yetiştirdiği için sesini kalınlaştırmak zorunda. «Draper Reddiyesi» lüzumundan fazla kabarık. Serahat bol. Vuzuh yok. Zamanenin güdük tecessüsü üstadın serseri ve serazad cevelanlannı takip edemiyor. Anti-Draper, Draper'i ve o çağm Batı düşüncesini incelemiş kimseler için cazip. Efendinin üslüb derbederliği kitabın okunmasını bir kat daha güçleştiriyor.
Reklam
720 öğeden 1 ile 10 arasındakiler gösteriliyor.