oʼnun sessizliği, benim sığındığım bir alandı ama konuşmaya başladıktan bir süre sonra gözleri yüzünden her şey sessiz bir çığlığa dönüşüyor ve ben, iki ölü balığı andıran gümüş renkli, camsı söbü nesnelerden bir an önce kurtulmak istiyordum. yalnız gözleri değil, kımıldamadan durması da rahatsız ediciydi; sarı kafalı bir heykel gibiydi; ara sıra bira bardağını kaldırıp ağzına götüren ve bu eylemi, heykel olmanın doğal bir sonucuymuş gibi yapan bu adam, yaşamı konusunda hiçbir ipucu vermiyordu. saçları dökülmemiş bütün sarışın heykeller gibi yaşı yoktu. üstelik gözlerindeki soğuk ölüm, heykelliğine çok yakışıyordu.
her şey çok yavandı o gün. böyle bir duygu benim için çok tehlikeliydi. çünkü biliyordum ki , yağı, kanı, tuzu, biberi çekilmiş bu tatsız düşüncenin hemen ardından, kanlı-canlı feryatlar zihnime üşüşecek ve ben kuşkularımı, korkularımı kusacak, durmadan konuşmaya, yakınmaya, kendimi suçlamaya, kanamaya başlayacaktım. bu olumsuz durumun önüne geçmek için yapmam gereken tek şey vardı; o da yerimden kalkmak, boşalan bardağıma bira doldurtmak, hatta içine bir duble de votka ilave ettirmekti.
bence, kanayan ruhlar için en etkili ilaç ölümdür; o, her şeyi kökünden çözer, hem de sizi serotonin ve dopamin konularında konferanslar veren, ha bire anti-depresanlar öneren doktorlardan kurtarır.