Millet sözcüğü din, milli sözcüğü dinsel anlamına gelir, çünkü millet “dini inançlar etrafında toplanmış topluluk” demektir. Osmanlı döneminde bu konu çok tartışıldı. ‘Nation’u nasıl çevireceğiz? ‘Türk milleti’ yerine ‘Türk kavmi’ diyenler de olmuş, Milliyetçilik yerine ‘kavmiyetçilik’ sözcüğü de kullanılmıştı. Sonuç itibariyle biz kendi kültür dünyamız içerisinden nation’a bir karşılık ararken ‘millet’ sözcüğünü bulduk, ister istemez yine dinle irtibatlı bir sözcük kullandık. Jön Türklerle ilgili bir hikâye vardır: Paris’te bir toplantıdaki tüm katılımcılar kendi milli marşlarını söylüyorlarmış. Bizimkilerin marşı yok tabii, kalkıp ezan okumuşlar.
Mustafa Yiğit
“Ziya Gökalp düşüncesi, tıpkı kendinden önce gelen Jön Türk düşüncesinde olduğu gibi bugünkü manada ‘özgürlükçü’ değildir ve ‘devlet merkezli’dir. Gökalp, İttihad ve Terakki’nin de bu amaca hizmet etmesi gerektiğini düşünür. Çünkü ilk iş devletin kurtarılmasıdır.”
Sayfa 145 - Timaş YayınlarıKitabı okudu
Reklam
628 syf.
·
Not rated
·
Read in 3 days
Alev Alatlı'nın "Viva La Muerte" (Yaşasın Ölüm) kitabı, 12 Eylül Darbesi sonrasındaki Türkiye'yi baş karakter Günay Rodoplu'nun gözünden keşfetmek isteyenler için etkileyici bir eser. Alatlı, Rodoplu aracılığıyla Türkiye'nin tarihine ve geleceğine dair derin analizler sunarken, okuyucuya farklı perspektifler kazandırıyor. Batılılaşma ve Jön Türkler gibi konulara eleştirel yaklaşan kitap, ülkenin kendi iç dinamiklerine dönmesi gerektiği fikrini işliyor. Günay Rodoplu'nun entelektüel mücadelesi ve ülkesine olan bağlılığı, Türk aydınını temsil eden güçlü bir kadın karakterin hikayesini ilgi çekici kılıyor. "Viva La Muerte", derin bir düşünsel yolculuk sunarak okuyucuyu çeşitli ideolojiler ve düşünce akımlarıyla yüzleştiriyor. Alatlı'nın anlatımı, ideolojilerin iç çelişkilerini ve çaresizliklerini ortaya koyarken, okuyucuyu sorgulamaya teşvik ediyor. Günay Rodoplu'nun deneyimleri üzerinden Türkiye'nin karmaşık yapısını ve aydınların bu yapı içindeki konumlarını etkileyici bir şekilde anlatıyor. Bu eser, hem bilgilendirici hem de düşündürücü niteliğiyle Türkiye'nin yakın tarihini ve farklı düşünce akımlarını anlamak isteyenler için kesinlikle okunmaya değer.
Viva La Muerte! - Yaşasın Ölüm!
Viva La Muerte! - Yaşasın Ölüm!Alev Alatlı · Everest Yayınları · 2013324 okunma
1908 Meşrutiyeti ilân edilince birden basın gibi tiyatro da ön plana geçmiş, istibdat dönemini lanetleyen oyunları, halk coşkunlukla izlemiştir. Bu oyunlardan biri olarak Ruhsan Nevvâre ve Tahsin Nahid isimlerini taşiyan Jön Türk piyesi, 2 Ekim 1900’de sahneye konmuş, büyük ilgi görmüştü.
Jön Türkler ve Yahudiler
Elbette konuyla ilgili çok doğru-yanlış ya da çelişkili bilgiler var ama bazı Avrupalı yazarlar, Jön Türk hareketini ve İttihatçıları, Yahudilerin, Dönmelerin ve gizli Yahudilerin elinde oyuncak olan bir Yahudi-Mason komplosu olarak nitelerler. 1908 Jön Türk darbesi öncesinde, Avrupalı Siyonist Yahudiler, Osmanlı vatandaşı olan Yahudileri
Jön Türk Eleştirisi
Zaten ne yaptılar? diyordu. Yalnız kuru sözler... Genç Türkler, yeni Türkiye! Fakat her şey yine eski...
Sayfa 43 - Ötüken Neşriyat
Reklam
Temmuz 1908 ve Temmuz 1913 arasındaki dönem, Osmanlı İmparatorluğu'nun en kritik dönemlerinden biriydi. Jön Türk koalisyonunun Kanun-ı Esasi'yi yeniden yürürlüğe koymaya dönük ortak hedefini gerçekleştirmesiyle birlikte, 1876'dan yadigar bu metnin nasıl uygulanacağı ve meşrutiyetin ne anlama geldiği konularındaki fikir ayrılıkları arttı. Anayasadan ve hürriyetten ne anlaşıldığına dair belirsizlikler, farklı aktörlerin 1908 öncesinde gevşek bir koalisyon içerisinde bir gelmelerini sağlamışsa da, aynı belirsizlikler meşrutiyet rejiminin hayata geçmesiyle birlikte bu kez aynı aktörler arasındaki ayrışmayı şiddetlendirdi. Devrim sonrası düzenin ana hatlarını belirlemeye çalışanlar arasında şu sorular peşi sıra sökün etti: Mevcut Osmanlı hükümeti ya da yürütme organı, 28 yılın ardından açılan ve yeniden yapılandırılmış olan Osmanlı yasama meclisine nasıl uyum sağlayacaktı? Yeni kabinenin nasıl bir rolü olacaktı ve bakanları atama ayrıcalığına kim sahip olacaktı? Gayrimüslimlerin ve Türk olmayanların imparatorluğun yönetiminde yeri ne olacaktı? Bu sorulara verilen farklı cevaplar mevcut gerilimleri tırmandırdı ve bir yıl içerisinde farklı sosyo-ekonomik kökenlere sahip, farklı kuşaklardan gelen, farklı etnik ve mesleki kimlikleri olan ve farklı siyasi gündemler güden hizipler arasında açık bir çatışmanın ortaya çıkmasına neden oldu.
Geç dönem Osmanlı İmparatorluğu hakkındaki akademik araştırmalarda öne çıkarılan ilk mesele, 20. yüzyılın başında Osmanlı liberalizmi ile Jön Türkler/İttihatçılar arasındaki ilişkiyse, ikincisi de savaştan yenik çıkarak 1919'da işgal edilen ve 1922'de ortadan kaldırılan Osmanlı İmparatorluğu ile 1923'te kurulan Türkiye Cumhuriyeti arasındaki ilişkidir. Süreklilik ve/veya kopuş üzerinden ele alınan bu mesele, Osmanlı geçmişinden topyekûn kopuş ve Türkiye Cumhuriyeti'nin resmî tarihinde ortaya konan Türk milletinin bağımsızlık için tam bir birlik içerisinde mücadele ettiği iddialarından beslenir. Mustafa Kemal (Atatürk), 1927'de sunduğu dört günlük destansı Nutuk konuşmasıyla bu resmî tarihin parametrelerini belirlemiş ve böylece hem parti başkanı hem de Türkiye Cumhuriyeti'nin ilk Cumhurbaşkanı olarak tek parti devleti içindeki otoritesini pekiştirmenin önünü açmıştır. Geçmişe dair hadiselerin bu anlatımında, Mustafa Kemal'in kişisel hikâyesi, Türk milletinin hikâyesiyle birleşmiş bir hâldedir ve Mustafa Kemal'in siyasi otoritesinin tekil mahiyeti, bu hadiselerin başka türlü ele alınmasını 1950'lere kadar neredeyse imkânsız hâle getirmiştir.
Genç Osmanlıların ardından gelen nesillerde çok sayıda Osmanlı liberali bulunduğundan, Osmanlı liberalleri ile Jön Türk hareketi içinde ortaya çıkan ITC hizbi arasındaki çatlak, 1908'deki İkinci Meşrutiyet dönemine kadar devam etmiş ve akabinde uzun bir süre boyunca gelişimini sürdürmüştür. Benim iddiama göre 20. yüzyılda muhalefetin doğuşu, tam da bu çatlağa dayanmaktaydı. Genç Osmanlılar ile Osmanlı liberallerinin sonraki kuşakları genellikle seçkin İstanbul Osmanlı bürokrasisi ailelerinin mensuplarıydılar ve Fransa hayranıydılar. Öte yandan ITC'ye öncülük eden isimlerin pek çoğu ya Balkanlar'da doğmuşlardı ya da Rusya'dan gelen göçmenlerden oluşuyorlardı ve dolayısıyla daha mütevazı kökenlere sahiptiler. Bu kişiler genellikle 19. yüzyılın sonlarında ve 20. yüzyılın başlarında Alman etkisi altındaki Osmanlı askerî akademilerinde eğitim görmüşlerdi. Bana göre Jön Türklerin meşrutiyet yanlılığı temelindeki koalisyonu, İttihatçılar ve onlara karşı çıkanlar şeklinde parçalandıkça muhalefetin ifade ettiği anlam da değişmiştir. Muhalefet kavramı bir süre sonra tahayyül edilen bir meşrutiyet rejimine ait teorik bir ideal olmaktan çıkıp, 1908 sonrasında ITC'ye karşı gelen Osmanlı liberallerinin yanı sıra dinî şahsiyetler ve diğer gelenekçi unsurlar gibi gruplarla ilişkilendirilen bir kavram hâline gelmiştir.
İngiltere Yakın Doğu ve Körfezi yeniden şekillendirmek için savaşa girmemiş addedilirken, niçin İstanbul ve Boğazlar'a yönelik açık tehdit karşısında savaşa zorlanan Osmanlı İmparatorluğu'nun kendi coğrafyasından kaynaklanan ikincil, hatta daha alt sıralardaki hedeflerini belirlemeye çalışmış olması koaylıkla tüm kapsam ve içeriğinden koparılabilmekte, Osmanlıların “Türkçü-Turancı” emellerle savaşa girdiği iddiası bu derece kolayca öne sürülebilmekte ve taraftar toplayabilmektedir? Jön Türk hükümetinin gözü kara bir Alman yanlılığı yüzünden ve Turancı emellerle Birinci Dünya Savaşı'na katıldığını öne sürenler, İtilaf'ın Osmanlı İmparatorluğu'nu kazanmak ve Sadrazam Sait Halim Paşa, Maliye Nazırı Cavit Bey ve Cemal Paşa gibi yandaşlarının elini güçlendirmek için niçin içi boş ve tutarsız bir toprak bütünlüğü garantisi dışında hiçbir şey yapmamış olduğu sualini de cevaplandırmakla yükümlüdürler.
Sayfa 357
1,000 öğeden 1 ile 10 arasındakiler gösteriliyor.