Peygamberin güneşle olan ilişkisi, 93. surenin (Duha suresinin) başındaki, “Kuşluk vakti güneşine ant olsun” ayetinin sonraki yorumlarında daha açık bir şekilde ortaya çıkar-ayetteki “kuşluk güneşi”nin |Hz.| Peygamber'e işaret ettiği düşünülmüştür. Muhtemelen San'ani (öl. 1131), bu sure üzerinde yazmış olduğu uzun manzum kasidesinde bu eşitliği keşfeden, en azından onu yaygınlaştıran kişiydi. “Sabah aydınlığı”nın, (Hz.) Peygamber'in parlak yüzüne işaret ettiği kabul edilirken, “Geceye yemin olsun” ayetindeki ilâhi yemin, peygamberin siyah saçına diye yorumlanmıştır. Tanrı'nın bir sembolü olarak güneş hem ihtişam ve hem de güzelliğini yansıtır; güneş, dünyayı aydınlatır ve meyveleri olgunlaştırır, fakat biraz daha yakın olsaydı, ateşiyle her şeyi yok ederdi; nitekim Mevlânâ, müritlerini “çıplak güneşe” bakmamaları için ikaz etmektedir (M, 1, 141).
Her şeyi kuşatan ve her şeye nüfuz eden ışığın en belirgin tezahürü güneştir; fakat güneş de diğer semavi cisimler gibi, afilin (Yok olucu)” (Sure, 6/76) şeyler sınıfına girmektedir; bunlar, İbrahim'in insanın bu geçici varlıklara değil de hepsinin yaratıcısına ibadet etmesi gerektiğini öğreninceye kadar ilk olarak yöneldiği varlıklardır. Nitekim Fussilet süresi 37. ayet, insanları güneşe veya aya değil, sadece güneş ve ayın kendisinin birer ayeti olduğu Tanrı'nın önünde secde etmeleri için ikaz eder. İslam kesin bir şekilde güneşe ibadet etmekle ilişkili önceki dinleri ortadan kaldırmıştır; günlük namazların düzenlenmesine büyük önem verilmiş, güneşe ibadet etmekle herhangi bir ilişkisinin kalmaması için sabah namazının vakti, güneş doğmadan önce, akşam namazının vakti ise güneş battıktan sonra olarak belirlenmiştir (gerçekten de namazların zamanlaması, mükemmel bir şekilde kozmik ritimle uyumludur). Güneş takvimini terk edip onun yerine ay takviminin getirilmesi, bu yeni yönelimi vurgulamaktadır. Bununla birlikte,
Reklam
Cehennem'e yapılan atıfların yanı sıra, ateşin birtakım olumlu özellikleri de vardır. Ateş, özel konumunu Sina dağında yanan çalıdaki ilâhi tecelliyle kazanmıştır. Bu ateş, yararlı bir ateşti; sonraki şairler, gerçekten de bir alev gibi gözüken kırmızı renkli laleyi, kutsal dağdaki ateşe benzetmek temayülünde olmuşlardır. Ateşin ilâhi yönünün başka bir ifadesi ise, “ateşteki demir” diye sıklıkla kullanılan teşbihtir. “Ateşteki demir”, gerek Hristiyan ve gerekse Hint geleneklerinde bilinen bir semboldür. Mevlânâ, şehit sufi Hallac'ın (öl. 922) “Ene'l-Hak (Ben Hakkım)” sözünü, onu ateşteki bir demire benzeterek açıklar: Kızgın demir, “Ben ateşim” diye haykırır, bununla birlikte onun özü ateş değil, demirdir (M II, 1347). Çünkü yaratılışın maddi ve fiziksel yönü devam ettiği sürece, Tanrı ile insan arasında mutlak birliğin gerçekleşmesi asla mümkün değildir.
Nehirler, zannedildiği gibi, sadece bu dünyaya mahsus değillerdir: Cennet, Kur'an'ın pek çok yerinde “altından ırmaklar akan bahçeler” (Sure, 48/17) olarak betimlenmektedir. Berrak bir suyun temizleyici ve serinletici özelliği, ezeli güzelliğin bir parçasını teşkil eder ve Yunus Emre de (61. 1321) doğru bir tespitle, Cennetteki ırmakların sürekli Allah'ın ismini andıklarını söylemiştir. Bazen Cennetin dört nehrinden bahsedilir; başta bir türbenin veya köşkün etrafını çevreleyen bahçeler olmak üzere pek çok bahçenin dört kanallı yapısı, Kevser ya da Sefsebil gibi nehirlerin bereketleri tazeleyecekleri Cennette ümitle beklenen düzeni yansıtır.
Ümmetine hayat bahşeden bir mesajla gönderilen kimse, bereketli bir yağmurla mukayese edilemez mi? Bu fikir, özellikle Doğu İslam dünyasında (Hz.) Peygamber hakkında yazılan çok güzel kasidelere ilham vermiştir. Sindli Şeyh Abdullah Latif (öl. 1752), “Sur Sarang” isimli kasidesini (Hz.| Peygamber'e ithaf etmiştir. Şeyh Abdullah, kasidesinde yağmuru bekleyen kavrulmuş toprakla, İstanbul'dan Delhi'ye, hatta daha ötelere kadar uzanan bir yağmur bulutu olarak tezahür eden sevgili peygamberin kendilerine ulaşması ümidini ustalıkla birleştirmiştir.
İnsan, sudan asla çekinmemelidir -her şeyden önce kirleri temizlemek Mevlânâ'nın sürekli vurguladığı gibi, suyun bir görevi, hatta neşesidir; Rahmet suyu, günahkarları bekler. Suyun yaşam kaynağı olma özelliği, gayet doğallıkla, taliplerin hedefi olan “Ab-ı Hayat (hayat suyu)” kavramına göcürmüştür. Ab-ı hayat, 18. sure, 60. ayetten anlaşıldığı kadarıyla, uzaktaki “mecmau'İ-bahreyn (iki denizin karşılaştığı yer)”e yakındır. Ab-ı hayat, yeşil bir pınar gibi, kara toprağın en derin dehlizlerinde bulunmaktadır ve İskender gibi kahramanlar kutsal pınarı kaybedip ölümsüzlüğü elde edememiş olsalar bile, sadece veli-peygamber Hızır saliği buraya götürebilir.
Reklam
Geri199
1.000 öğeden 991 ile 1.000 arasındakiler gösteriliyor.