Neden Homeros'lar, Shakespeare'ler aşkı, onuru, acıyı şakıdılar da, günümüzün edebiyatında yalnızca "Züppelik" ve "Gösterişçilik" öyküleri ha babam yinelenir durur?
Kibir! İçinde bulunduğumuz yüzyılın karakteristik özelliği ve özel bir hastalığı sanki bu? Neden geçmiş toplumların yaşamında bu tutkudan veba ya da kolera kadar bahsedilmiyordu? Neden yüzyılımızda yalnızca üç tür insan var: Bunlardan birinciler kibir kaçınılmaz bir olgudur deyip onu adil bulur ve kendilerini gönül rahatlığıyla ona teslim ederler; ikinciler onu bir mutsuzluk olarak görürler, ama ona karşı konulamayacağını savunurlar ve sonuncular bilinçsizce, kölece kendilerini onun etkisine bırakırlar.
Fransız natüralistleri romanın başında kahramanlarını sakin sakin ayrıntılı bir şekilde betimlerler, onlar adeta ruhsal uyku halindeyken. Bu yüzden resimleri sadece yarasız, aslına sadık ölü maskeleridir. Ölüyü, figürü görürüz, ama içindeki yaşamı göremeyiz. İşte tam da bu natüralizmin bittiği yerde Dostoyevski'nin o muazzam natüralizmi başlar. Onun kişileri ancak uyarılmış, tutku dolu, aşırıya vardırılmış haller içinde şekillenir. Diğerleri ruhu bedenden yola çıkarak ortaya koymaya çalışırken, o bedeni ruhtan yola çıkarak oluşturur: Onun kişileri ancak tutkudan yüzleri kasıldığında, gözleri duygudan yaşardığında hayat bulur, burjuva hayatının maskesi, ruhun katılığı üzerlerinden kalktığında canlanır onun resmi. Ancak kişilerinin içi kor gibi kaynadığı zaman geçer Dostoyevski eserinin başına, onları şekillendirmek için.
Aristokratlar sözcüğü (hangi katmanlardan oluşursa oluşsun, yüksek çevreler, seçkinler anlamında), galiba bu kavramın hiç olmaması gereken Rusya'da bir süredir epey popülerlik kazanmış gibi. Kibrin sızabildiği -ki o kahrolası tutkunun sızmadığı yer mi var?- ülkenin her yerine, her toplumsal kesime yayılmış gibi bu kavram: Tüccarlar, memurlar,