Ali Suavi, yazılarında padişah, vezirler ve paşalar için hürmet sıfatları kullanmaz: "Hani padişaha, "mâlik-i rikâbü'l-ümem"(Milletlerin boyun eğdiği melik, hükümdar), vezir'e, "vekil-i mutlak, düstur-1 mükerrem"(Sadrazama ve vezirlere tazim makamında verilen unvan) denilir. Hani rical ve kibara, keramet buyurdunuz, azat kabul etmez köleniz, can ve başımız yolunuza kurbandır," diyen gazeteler, hani Ben-i Asfer(Sarı ırk) çıkacak İstanbul'u alacak, ahiri Şam, evveli Şam diye yazanlar? Bunlar gittikçe azaldı. Azları da Muhbir, Hürriyet ve Ulûm gaze- teleri kırdı ve kırmakta."
Bu bakımdan tam bir demokrattır. Birinci Abdülhamid'e resmî yazılarda "bende" veya "kul" kelimelerinin kullanılmasını yasak ettiği için rahmet okur. "Ben anlamam ki çarşıda Apostol'un yapıp sattığı şamdan saraya alınırsa neden şemadan-ı hümayun olur? Ya Kubbealtı teşrifatı? Saçak öpme âdeti? Hani o günkü paşalar, kibarlar, cicilerini takınırlar, Kubbealtı'nda kurbanlık koyun yahut süt dökmüş kedi gibi uslu uslu dururlar."
"Ya birtakım kirli, kokmuş, ayakları yalayan, o ayakların pis topraklarına yüzünü gözünü bulayanlara ne dersiniz? Nasıl yüzlerinizi tırmalamaz, dillerini burmazsınız? Öyle ya Türkçesi söylenince kabul etmem, diye inkâr ederler. Fakat Arabi veya Farisi kelimelerle "kadem-i mübareklerini bûs etmeye, hâk-i pay-i âlile- rine rûmal olmaya(mübarek ayaklarını öpmeye, ayaklarının toprağını yüzüme sürmeye) geldim", diye iğrenmeden her dem söylerler."