"Akıl, varlığı bõlerek, parçalara ayırarak anlamaya çalışır. Halbuki marifet, tam aksine, varlığın asli birliğini ve bütünlüğünü kavramaktır. Bu da, kesretten, aklın kategorileri niteliğindeki zıtlıklardan kurtulmakla mümkündür. Mutlak olan'ın kuşatıcılığı kavrandığı anda, bilginin en yüksek derecesi olan "bilgisizlik"e ulaşılır. Cüneyd, "Marifet, Hakk'ın ilminin var olduğu yerde senin bilgisizliğinin mevcut olmasıdır; aslında arif de O'dur, maruf da," der. Sehl'in tarifi ise şöyledir: "Marifet, bilgisizlik hakkındaki bilgidir. "
"Ruhanî aşk, sevenle sevilenin aslında bir oluşunun idrakidir. Yani gaye sevilenin maddi varlığı ve cismanî lezzetler değil, nefsin sevilende feda edilerek asli sevginin, yani birliğin idrakidir ki, doğrudan doğruya ilâhî aşkla bütünleşmeyi sağlar. Mecnûn'un Leyla'ya aşkının bu türden olduğunu söyleyen İbnü'l-Arabî, ruhanî aşkı, ariflerin belirli bir aşk objesi tanımayan gerçek aşkı olarak tarif etmektedir. Kays'ın, yani Mecnûn'un aşkı, "ruhanî aşk makamındadır." Görmez misin ki Leyla ona geldiği zaman, kendi hayalinde tuttuğu muhayyel ve Bâtınî Leyla sureti, Leyla'nın zahirî suretine mutabık olmamış ve Leyla'yı bu sureti bozan bir şey olarak görmüş ve ona, "Benden uzak dur, çünkü senin sevgin beni senden (maddi varlığından) daha çok meşgul etti," demişti.
Reklam
"Ezeli hükme göre kainatın bütün zerreleri çift çifttir ve her cüzi de kendi çiftine âşıktır. Arifin nazarında gökyüzü erkek, yeryüzü kadındır. Göğün verdiğini yer alır, besler. Yerin harareti azaldı mı gök hararet yollar; rutubeti bitti mi rutubet verir. Kadına nail of mak için onun etrafında dönüp dolaşan erkek gibi, felek de zama nede dolaşmaktadır. Yeryüzü ise hanımlıklar etmede, doğurduğu çocukları emzirip yetiştirmektedir. Bu birlikte âlem beka bulsun diye Tanrı erkekle kadına da birbirine karşı meyil verdi. Her cüz'e diğer bir cüz için meyil verdi. İkisinin birleşmesinden bir şey do ğar, bir şey vücuda gelir. Gece de böylece gündüzle sarmaş dolaş olmuştur. Geceyle gündüz sureta birbirinden ayrıdır, ama hakikatte birdir."
"Bir sanat eserinin biçiminde biz, kendi kendimizden haz duyarız. Estetik haz, bir objede kendi kendimizden duyduğumuz hazdır. Bize göre, bir çizginin, bir biçimin değeri, onların bizim için içerdiği hayat değerinden ibarettir."
Dışımızdaki nesnelere dalmak, onlarda erimek, onlarda yansımak, başkalarının benliğini kendi benliğimize göre yorumlamak (...) kişilikten yoksun nehirleri, en basit biçimsel öğelerden sanatın ve tabiatın en yüce görünüşlerine kadar canlandırmak, yaşatmak, kişileştirmek (...) bir bulutla kararmak, bir ırmakla gürül gürül akmak, kendimizi kendimiz olmayana öylesine bir cömertlik ve coşku ile vermek ki, bütün bu estetik durumda verdiğimizin hiç farkında olmamak; gerçekten çizgi, ritim, ses, bulut, rüzgâr, kaya, ırmak olduğumuzu sanmaktır." Obje, kişiliksizdir; kendimize ait duyguları objeye yüklediğimiz için güzel bir çiçekten, muhteşem bir dağdan, kararan bir buluttan söz etmekteyiz. Gerçekte önemli olan ne taklit edilen nesnedir ne de sanat eseri; süje'nin davranış biçimidir.
"Aşkın şeytanla barışması düşünülemez. Çünkü bu iki prensip, birbiriyle asla barışamayacak iki haddi temsil etmektedir. Yalnız bu noktada, şeyta nın insanın manevi gelişmesi için gerekli bir prensip olduğu unutulmamalıdır. Şeytan eğer Allah'ın emrine karşı geldiği için yok edilmiş olsaydı, Adem cennetten kovulmasına sebep olan suçu işleyemeyecek, dolayısıyla, Muhammed İkbal'in de ifade ettiği gibi, "tefekküre daha varamamış halden çıkıp kendi kuv- vetlerini idrak edemeyecek", yani iyi ile kötü arasındaki farkı göremeyecekti. Bu da seçme zevkini tadamaması demektir. Kısacası, insanın hürriyeti, daha doğrusu insan oluşu, şeytanla karşı karşıya bırakılmış olmasıyla ilgilidir."
Reklam
842 öğeden 11 ile 20 arasındakiler gösteriliyor.