İnsan kendini bildi bileli mutluluğun peşinde. Kimi onu gökyüzünde aradı, yıldızların ardına bakarak. Kimi denizin en derininde, dalgaların şarkısına kulak vererek. Kimi de ormanın en kuytularında, rüzgarın fısıltılarında bir cevap umarak. Ama ne gökyüzünün sonsuzluğunda, ne denizin dibinde, ne de ormanın serin gölgelerinde onu bulabildi.
Çünkü mutluluk, dışarda değil, içerdeydi. Ama insan en zor olanı yapmaktan çekindi: Kendine bakmaktan.
Bir ömür kayıp bir hazine haritasıyla yol alan bir gezgin misali, oradan oraya savruldu durdu. Biraz daha ilerlese, biraz daha kazsa bulacakmış gibi... Oysa tanrılar onu en derine, en ulaşılmaz yere saklamıştı: İnsan ruhunun içine. Öyle bir yere ki, ne gözle görülür, ne elle tutulur. Ancak hissedilir, ancak yaşanır.
Ve gün geldi, aramaktan yorulan bir yolcu, yüreğinin kapılarını aralamaya cesaret etti. İçindeki dehlizlerde dolanırken, unuttuğu çocukluğunu buldu. Kırılganlığına, özlemlerine, sevgisine dokundu. İşte orada, en kuytuda, en gizlide, yıllardır aradığı şeyi fark etti: Mutluluk bir varış değil, bir haldi. Kendi içinde büyüttüğü, gözyaşlarıyla suladığı, kahkahalarıyla yeşerttiği bir çiçekti.
İnsan ne zaman ki durup kendi içine bakmaya cesaret eder, işte o zaman tanrıların binlerce yıl önce sakladığı sırrı keşfeder. Mutluluk ne gökyüzündedir, ne denizin dibinde, ne de dağların zirvesinde. O, her zaman en yakınında olmuştur: Kendi yüreğinde...
Ece Yaren Sarimaden