Otomobil yavaşlıyor; köysüz, otsuz, ocaksız, sessiz yollarda birdenbire insanlar peyda oluyor, otomobil geçerken içindekine yiyecekmiş gibi gözlerini dikiyorlardı. -Bunlar kim oğul? -Yol amelesi beyim. -Ha!.. Neredeyse yol amelesinin gözlerinden, müteahhitler müteahhiti bir tuhaf oluyordu. Niçin yiyecek gibi bakıyorlardı. Yoksa ona mı öyle geliyordu? Halbuki sakalları büyümüş insanlar, günlerce taş kırıp türkü söyleyen, zeytin ekmekle doyan adamlar, başka türlü bakamazlardı. Bu bakış, alelade, sakalları büyümüş, yorgun insanların bakışıydı. Bu ihtiyar köse sakallı, kendisini yorulmadan para kazananlardan saydığı için yorulanların halini bilmiyordu. Yoksa onlar sakin, sessiz, korkak bakışlı insanlardı. Onlar, bir gün türkü söyleyerek, sırtlarındaki koyun pöstekilerine doldurulmuş birkaç eşya, çarıklarını tamir için kendi yaptıkları köseleler, hatta budaktan iğnelerle, kimi bir küçük, ne olur olmaz altınla, yol kenarına çalışmaya gelirlerdi. Uzaklardan, çok uzaklardan, o ağdalı, sakızlı yumuşak yolların gittiği metruk köylerden gelirlerdi. Belki anayola onların köyü şu makineyle o kadar uzun değildi. Fakat onlar yayan gelirlerdi. Ormanlar geçerler, dağ başlarında uyurlar. Askere gittikleri zaman bedel verebilmek, evlendikleri zaman basma, yüzük alabilmek, dogacaklara beşik, kundak, ölenlere kefen satın alabilmek için, hasattan sonra ekin para etmediği zaman yol yapmaya gelirlerdi. Hem yol yapılırsa onların köyüne de para girecek, otomobil gelecek, onlar da seyredebileceklerdi.