Sonuçta hepimiz, hayatta kalanların çocukları değil miydik? Savaşlar, depremler, kuraklıklar, katliamlar, salgınlar, işgaller, kavgalar ve felaketlerden sağ çıkanların çocukları... Dolandırıcıların, hırsızların, katillerin, yalancıların, muhbirlerin, hainlerin, batan bir gemiden ilk kaçanların ve de başkalarının ellerindeki cansimitlerini söküp alanların çocukları... Sağ kalmayı bilmiş olanların... Sağ kalmak için her şeyi, ama her şeyi göze almış olanların... Bugün hayattaysak eğer, soyağacımızdan birileri “Ya o ya ben!” dediği için değil miydi? Belki de kötülüğün ağır basması bile değildi bu. Doğal olandı... Sadece bize çirkin geliyordu, o kadar... Ama doğada çirkinlik diye bir şey yoktu... Güzellik de... Gökkuşağı sadece gökkuşağıydı ve hiçbir doğa bilimleri kitabında altından geçilebileceğine ilişkin bir bilgi yoktu.
Bu hayat acıdan beslenen acıyla örülmüş bir hayattır. Ne kadar kaçmak istersen iste bir türlü peşini bırakmayan bir ağrı... Kalbi çatlatan bir acı: Hiçbir şey acı kadar kişisel ve paylaşılmaz değildir, acı çekmenin en kötü yanı, acının tek başına çekilmesidir. Ama acı çekmeyenler ya da acı çektiğini kabul etmeyenler, diğer insanlardan koparak soğuk bir tecrit hırkasına bürünenlerdir. En yalnız deneyim olan acı, sempati ve sevgiyi doğurur; benlik ve öteki arasındaki köprüyü, birleşmenin araçlarını.