Kızıl Ölümün Maskesi kitabını okuyorum, içindeki hikayelerden birisi de Usher Evinin Çöküşü. Yaptığım bi’ alıntıdan yola çıkarak edebiyat atölyesindeki arkadaşımla hikayeyi tartışırken inanılmaz bir şey bulduk ve bunu, inceleme yazarak anlatmak istedim. Poe’nin bütün hikayelerinde zaten kendine has bir akışı ve uyumu oluyor. ama hikayenin ortasında ‘perili saray’ adında bir şiir giriyor hikayeye ve aslında son kıtası bütün hikayeyi özetliyor.
şimdilerde o vadiden geçenler
pencerelerin kızarık ışığında,
çırpınan dev karaltılar seçerler
çatlak bir ezginin eşliğinde.
bu arada baş döndürücü bir ırmak
gibi hızı asla kesilmeden
solgun kapıdan taşar uğursuz bir kalabalık
kahkahalarla -bir daha asla gülümsemeden.
ve kitabın sonu da şöyle bitiyor;
ışık, daha önce de sözünü ettiğim, yapının çatısından temeline kadar zikzaklar çizerek inen o belli belirsiz çatlaktan sızan, batmak üzere olan kankırmızı dolunayın apaydın ışığıydı… binlerce sel suyunun sesini andıran, iç içe geçmiş bir sürü haykırış duydum- ve ayaklarımın dibindeki derin, karanlık dağ gölü, Usher’ların kalıntılarının üstüne büyük bir ciddilik ve suskunlukla kapandı.
son iki kıtayı da kız kardeşinin, ikizinin üstüne kapaklanarak artık o anda tamamen ölmesiyle bağdaştırmıştım. geri kalanını arkadaşımla ortak tartışma sıradında bulduk.
severek okuduğum bir hikayeydi. edebiyat atölyesi iyi ki var :)