"Günlerin bize aitmiş gibi gözükmesi ne tuhaf değil mi" dedi. "Suyun,içine konduğu kabı sahiplenmesine benziyor tıpkı. Uyanıyoruz, gün ışığının o dingin, bakir saltanatı; bir anne soluğu gibi ta içimize işleyen bir mavi serinlik... Sesler, nesneler, kokular... Bizimle birlikte usul usul uyanan bir müthiş yalnızlık... Birden, açıklanamaz biçimde yaşadığımızı duyumsuyoruz. Musluktan akan su, camlarda şakıyan gökyüzü, uzandığımız kapı kolu, bir bayram gibi dört yanımızdan akan çarşılar, ağaçların düğünü rüzgârda, olanca görkemiyle kendini bir kez daha bize sunan doğa... Bütün bunların varolması, bizim onları görmemiz, onlarla kendi varlığımızı duymamız, bizi var eden, yaşamı sevdiren bu görkemin derdinden derine ölümü duyurması, bu şenliğin bizden sonra da süreceğini bilmemiz, tüm bunlara karşın derin bir tutkuyla yaşamakta ayak dirememiz... Düşündün mü hiç, tuhaf değil mi sence de?"
Arabayı sokağın başında bıraktı, yürüdü. İki katlı, cephesi sonradan sıvanmış ahşap bir evin önünde durdu. Sıvalar yer yer dökülmüş; üstü bir zamanlar mavi boyalıymış. Kapının tahtasından ahşabın damarları fırlamış: ihtiyar bir adamın kolu gibi. Üstünde eski Türkçe iki sayı: okuyamadı. Kapının pervazında bir sayı plakası. Eski sayıları, ona
Bırak bu gereksiz detayları da kendine gel evlat! Ayağın kabı onlar, ayak bağı değil. Öyleyse bağlama kendini böyle ucuz koleksiyonlar, basit hesaplara.