Eminim kadınlar bir varlık olarak her durumda değerli olduğuna inandırılmış, erkekler de iktidar sahibi olmak yerine sevgiye adanmış olsaydı her yer çiçek açardı ve sevme hikâyelerinin çok fazla kazananı olurdu.
Eminim kadınlar bir varlık olarak her durumda değerli olduğuna inandırılmış, erkekler de iktidar sahibi olmak yerine sevgiye adanmış olsaydı her yer çiçek açardı ve sevme hikâyelerinin çok fazla kazananı olurdu.
İlk adımı kimin attığının önemi yoktur. Kimsenin olamayacağı kadar serinkanlı davranıp duygularına gem vurmanın da gereği yoktur. İhtiyacımız olan en değerli araç; görkemli, bilinçli bir özgüvendir.
Geleneksel ve ataerkil toplumların psikolojisinin en zayıf halkası özgüven tesisidir. Nasıl davranacağının ve doğrunun ne olduğunun, ebeveynler ve otorite figürleri tarafından oluşturulması gerektiğini öğrenmiş bireyler, ilişkilere başlarken ve onları sürdürürken stratejilere başvururlar. Sorgulamak tehlikeli görüldüğü için verileni ezberleyen ve katıksız doğru olduğu inancıyla yaşayan birey, böylece kendi sorumluluğunu almaktan da karar mekanizması olma kaygısından da muaf olur.
Toplum neszdinde tek başına yaşayan bir kadın da eşliler kadar değer görseydi, birini ele geçirme stratejileri hâlâ bu kadar revaçta olur muydu? Bir kurtarıcıya muhtaç olduğuna şartlandırılmış kadın, hüzünlü bir "seçilmemiş" olduğuna inandırılmasa kendi hayatını inşa edecek her şeye sahip bir varlık, bir özgüven heykeli olarak yetiştirilmiş olsa boşandığında toplum tarafından daha alçaktaki koltuğa layık görülmeseydi bu savaş boyalarını sürmeye kalkışır mıydı hâlâ? Yoksa suyun yıkadığı yüzüne güvenir miydi? Eminim kadınlar bir varlık olarak her durumda değerli olduğuna inandırılmış, erkekler de iktidar sahibi olmak yerine sevgiye adanmış olsaydı her yer çiçek açardı ve sevme hikâyelerinin çok fazla kazananı olurdu.
Önyargı hepimizde var ve olmasa yaşam çok daha keyifli olur sanki. Bugün -malûmunuz son günlerin popüler konusu- edebiyat uygulama sınavını yaptık. Hocalarımız elindeki dosyalarla sınıflara, öğrencilere dinletme yapmak üzere giderken tedirgindi. "Aslında bu sınavı edebiyatçılar derslerinde yapmalıydı, bizim uzmanlık alanımız değil ki." şeklinde serzenişte bulundular. Birkaçını rahatlatmak adına "Hocam, aslında son derece basit bir konu. Öğrencilere öyküyü dinletip elinizdeki yönergeyi takip ederek sınavı uygulayacaksınız." dedim. Çok şükür okulca bunu da hallettik. Uygulama sınavı sonrasında tüm öğretmenlerin yüzünde tebessüm, hikâyeleri konuşuyorlardı. Öğretmenler odasında herkes öyküleri gülerek birbirine anlatıyordu. Öyle güzel bir atmosfer oldu. Onlar da öğrencilerle birlikte can kulağıyla öyküleri dinlemişler. O an öyle mutlu hissettim ki. İşte sanatın birleştirici gücü, dedim.
Fatih Sultan Mehmed'in ordusu İstanbul şehrini zaptettiği zaman bu şehrin bir semtine Cebe Ali adında bir Türk kumandanı karargâh kurmuştu. Bu karargâha gidip gelen Türkler o semte o kumandanın adını verdiler. Türk telaffuzundan bu semte ya "Cebeli" veya "Cabalı" demesi beklenirdi. Fakat öyle olmadı. Halkımız bu İstanbul köşesini Cibâlî âhengiyle güzelleştirdi. Çünkü Türkiye Türklerinin dilinde artık bir "uzun hece" zevki vardı ve bu zevk yeni vatanın, yeni coğrafyanın terennümüydü.