Konuşulanları dinledikçe zihninde yeni bir aşk kavramı oluştu. Mantığın aşkla hiçbir ilgisi yoktu. Aşık olduğu kadının doğru ya da yanlış mantık yürütmesi önemli değildi. Aşk mantıktan önce geliyordu.
Ruth'u kendisinden uzaklaştıran ve kendisi için erişilmesi imkansız biri gibi görünmesine neden olan kendi aşkıydı. Bizzat aşk, onu arzuladığı tek şeyden mahrum bırakıyordu.
Dünyanın kendisi ise karşı konulmaz güçlerin birbirine ittiği atomlar ve moleküllerden oluştuğu için değil, içinde Ruth yaşadığı için muazzam bir yerdi.
O, Martin'in tanıdığı, hayal ya da tahmin ettiği en muazzam şeydi.
“Gelir kısmını ben hallederim, yeter ki…” Martin neredeyse, “Yanımda sen ol,” diyecekti ki, “Yeter ki insanın diğer şeyleri hallolsun,” diye değiştirdi cümlesini.
“Şimdi gel de sinir olma,” dedi alçak sesle. “Aynasız sarhoş olduğumu zannetti.”
Kendi kendine tebessüm etti ve düşüncelere dalarak, “Sanırım öyleydim,” diye ekledi.
“Fakat bir kadının yüzünün buna sebep olacağı hiç aklıma gelmemişti.”
Tüm yaşamı boyunca aşkın yokluğunu hissetmiş, aşka aç yaşamıştı. Doğası aşkı arzuluyordu. Varlığının yapısal bir ihtiyacıydı aşk. Buna rağmen hep aşksız yaşamış, bu süreçte de katılaşmıştı.