Bizi telefonumuza bu kadar bağlı kılan ne?
Arayana hemen o an cevap vermezsek hayatımızın sonu gelecek gibi hissettiren?...
Halbuki sürekli ulaşılabilir olmak korkunç birkontrolcülüğü getiriyor beraberinde . Bir de yorgunluğu tabii. Sözgelimi ailemizden birisi aradığında yanıtlayamazsak yahut aramamız yanıtsız kalır da bir süre dönüş olmazsa bize, en korkunç senaryolar beliriyor zihnimizde. Yalnızca evlerde telefonların bağlı olduğu,
sokağa çıktığımızda iletişimi kopardığımız o zamanlar bir hayal sanki. Şimdi diyeceksiniz ki bana, eskiden böyle kötücül değildi dünya. Eskiden azıcık geç kalsa beklediğimiz, gözümüz sokağa düşmüyordu hemen. Olabilecek olanın en korkuncu gelmiyordu aklımıza. Trafiğe takılmıştır, diyerek devam ediyorduk işimize.
Doğru. Haklısınız.
Fakat düşündük mü hiç, kötüyü ve kötülüğü bu
kadar hızla yaygınlaştıran ne? Biz aynı bizsek eğer.
Bu dünyada hayatta kalmayı hak eden şeyler var, diyordu Filistinli şair: Nisan ayının tereddüdü, seher vakti ekmeğin kokusu, bir kadının erkekler hakkındaki görüşleri, aşkın başlangıcı, bir taşı sarmalayan çim, savaşçıların anılarından korkması ve de eylülün sonu, diyerek sıralıyordu kendi tahayyülündeki hayatı. O, uzun seneler boyu mezalime uğrayan bir milletin ferdiydi. Lakin hayatta güzel olan şeylerin farkındaydı. En büyük ızdırapların bile arasında, yaşamaya değer şeyler var, diyor bu şiir bana.
Gerçi babamı gerçek bir muhabbetle sevmem için de ortada bir sebep yoktu; onunla aramızda daima bir yabancılık mevcut kalmıştı ve birisi bana: "Senin baban iyi bir adam mıydı?"" diye sorsa, verecek cevap bulamazdım. Çünkü iyiliği ve fenalığı hakkında bir fikir sahibi olacak kadar onu tanımıyordum. Babam benim için "İnsan" olarak hemen hemen hiç mevcut değildi; yalnız "Baba" dedikleri mücerret bir mefhumun insan şeklinde görünüşüydü.