Kırmızı Saçlı Kadın, Orhan Pamuk'un 2016 yılında çıkan son romanı. Kitabı bitirdikten sonra Orhan Pamuk'un kitabını anlattığı bir video izledim. Yaşanmışlıklarla ve hayal gücüyle bezenmiş bir roman görmüş oldum. Bütün edebî eserler böyledir elbette. Ancak bizzat yazarın ağzından dinlemek acayip bir his. Beslendiği anları, anıları anlatırken tekrar
Anadolu’da gelir sağlamayan, kışın sadece masrafı olan atlar yılkıya bırakılır başıboş şekilde. Bu romanında yazar yılkıya bırakılan bir atın sesi oluyor, insanı insanın gözünden değil masum bir canlının gözünden anlatıyor. Abbas Sayar’ın betimlemelerinde bazen ağzım açık kaldı diyebilirim. Nasıl olur da böylesi cümleler gelebilir bir insanın aklına ve nasıl doğayı, insanı, hisleri anlatmak için böyle betimlemeler kullanabilir, ne güzel bir kalemi var düşünmeden edemedim. Ne yazık ki insan, insan olabilmekten çok maddi şeylerle bozunca kafayı, savunmasız canlılardan çıkarıyor acısını. Okurken sanki o soğuk kara kışta, yalnızlıkla, vahşi doğayla mücadeleyi eden sizsiniz, bir ormandan kurtulmaya çalışıyorsunuz, ama kendi bedeninizde değilsiniz gibi. İşte öyle bir his, korumamız kollamamız gerekirken zarar verdiğimiz veya kötülüklerden sakınamadığımız tüm canlıların sızısı vicdanımıza takılıp yakamıza yapışmış gibi bir his. Kiminin içi sızlar okurken, kimi gözyaşlarıyla çevirir sayfaları. Ama sonunda yüzümüzü güldüren bir final olması beni inanılmaz mutlu etti, sizin de okumanızı isterim dostlarım. Tek solukta bitecek bir kitap. Fakat tavsiyem birkaç geceye bölüp uyku öncesi kitabınız yapmanız. Pişman olmayacaksınız.
Kalp, insanın gözü, kulağı, nefesi, ruhuymuş... Hem çok gururlu hem de gurursuzun önde gideniymiş, tabi konu aşk olunca... Normal zamanda sadece vücuduna kan pompalamaya yarayan o et parçası, gün gelir an gelir o göğsü parçalayıp çıkmak için oradan kaçıp saklanmak birilerine sığınmak ve bu amansız acıya son verecek ilacı aramak için var gücüyle
sonra köşeyi gördü. bazen, görünür bir sebep olmadan, insana önünden geçtiği yapı, bir sokak köşesi, üstünde oturduğu sandalye hayatında önemli bir yer tutacakmış gibi gelir. işte bu köşede bugün bir şeyler olacaktı.
İnsan bazen yalnız hissediyor kendini. Onca seveni, önemseyeni, merak edeni varken üstelik. Bazen aldığımız her nefes bir oflamamıza kurban gider. İçimiz sıkılır. Çoğu zaman somut bir sebebi bile olmaz bunun. İşte şu an öyle bir yalnızlığın, öyle bir iç sıkıntısının içerisindeyim. Elimde, gözümle gördüğüm, elimle tuttuğum hiçbir sebebim yok. Belki kırgınım, belki yorgun... Haberim bile yok. Ruh halimi deriz, bunalım mı... Nasıl adlandırsak bilemeyiz. Bir anlık çöküntü, belki koca bir içe gömülme. Belki de; hiçbir şeyi anlamadan, farkına varmadan, sessiz sedasız bir yolculuk kendine.. Canımı yakan şeyler olduğunu biliyorum ama ne olduğunu bilmeden cayır cayır yanıyorum. Ne aptalca bir his bu. Belki yavaş yavaş yok oluyorum. Anlamlandıramıyorum, adlandıramıyorum. Şu anda yaşamış olduğum şeyi anlayamıyorum. Düşünmek istemiyorum. Kimseyle konuşmak istemiyorum. İçimden gülmek gelmiyor. Öylece bir kenarda kalakalıyorum. Sigara içemiyorum. Her şeyi içime atıyorum. Kendimi de oraya taşımayı seviyorum. Bana benden zarar gelir mi? Bilmiyorum. Belki de, kendime en büyük zararı ben veriyorum. Uyumak istiyorum, unutmak istiyorum. Yeniden başlamak istiyorum. Ve hepsi şu an oluyor. İçimi koca bir hüzün denizi kaplıyor yine. Ama ağlamıyorum. Sonra dönüp diyorum ki kendime;
"Ben hala neden yaşıyorum"...
A.U
Hikaye anadolunun kuş uçmaz kervan geçmez, elektriksiz, susuz, yolsuz çorak arazileri üzerine kurulmuş bir köyünde, ahlat ağacına sırtını dayamış, cigarasını tüttürerek dalıp giden kahramanın,bir anda Islak Kaya’yı görmesiyle başlıyor. İçine ıslak kayanın altında su olacağına dair bir his kaplıyor içini ve bu duyguya umuda bağlanıp başlıyor su aramaya.. “Bir umuttu yaşatan insanı.” diyor ya hani şarkıda. Tam da böyle bu umuda tutunuyor kuracağı bahçenin hayaliyle başlıyor su aramaya.. Tek derdi suyu bulduğunda kuracağı meyve bahçesi oluyor..
“İnsanoğlu dünyaya niçin gelir?
Herhalde bir bahçe kurmaya gelir.
Bu düşünceyle gülümsüyorum.
Dünya dediğimiz de bir gurbet değil mi?” (sf.70)
"Bu dünya hayatı ancak bir eğlence ve oyundan ibarettir. Ahiret yurduna gelince, işte gerçek hayat odur. Keşke bilselerdi!"
Dünya dediğimiz de bir gurbet, evet. Bir gün buradan göçüp gideceğiz. Geride sadece bahçemiz kalacak. Bir tutkuyla, bir şeyler yeşertmek hevesiyle başladığımız işlerde bazen tutkunun esirine dönüştüğümüzü fark ediyoruz. Tutkumuz gayemize ulaşmak için bizi kuvvetli kılarken zihni frenlemediğimiz, kalbi tutmadığımız yerde gayemizden şaşabiliyoruz. Hayat bir denge oyunu oysa. Bahçeler bize iki dünyayı sunan birer aracı. Oyunu kazanmak için aracıyı iyi kullanmak lazım. Yoksa her şey beyhude.
Dilerim hiçbir nefesimiz beyhude bir ömür için harcanmasın.
Freud’un ünlü Oidipus karmaşasına veren Oidipusla nihayet tanıştık. Elbette çok duydunuz çok yerden okudunuz. Ne diyordu Freud; çocuğumuz öyle bir yaşa gelir ki karşı cins ebeveynine duyduğu büyük sevgi sonucunda aynı cins ebeveynini saf dışı etmeye çalışır. Bunun için çeşitli durumlar sergiler, krizler geçirir. En nihayetinde süreci iyi yöneten