Ona buna endişelenerek, oraya buraya koşuşturarak hayatını geçiren birinin karşısında aniden beliren Azrail, kemikli eliyle
omzuna dokunarak, "Gel," der. "Lütfen! Bir yıl, bir ay, bir gün daha bekle, ne olur?" diye yalvarsanız da kukuletasının altından fısıldayan ölüm, "Hayır! ŞİMDİ geleceksin!" der ve ölürüz.
Hayat, tıpkı Dumas’ın “Monte Cristo Kontu”nun son sayfasına ‘Bekle ve umut et!’ diye yazdığı o meşhur cümle gibi, acı bir ironiyle doludur. Belki de trajik olan, insanın bitmek bilmeyen bir romanın içinde debelenirken, nihayet o son satıra ulaştığında, aslında kendi hikâyesinin bir kâbusa dönüştüğünü fark etmesidir.
Herkes size sabrı ve ümidi telkin eder; sanki uzun ve çetin bir yolculuktan sonra mutlaka bir limana varacakmışsınız gibi... Fakat kimse, o son sayfayı çevirdiğinizde sizi bekleyenin bir zafer mi yoksa bir yıkım mı olduğunu söylemez. Belki de Dumas, koca bir destanın ardından umudu fısıldarken, aslında insanın bitmeyen arayışının trajedisine işaret ediyordu: ‘İnsan, sona erdiğini sandığı yerde, aslında kendi karanlığıyla yüzleşir.’
Ve hayat, tıpkı o bin beş yüz sayfalık roman gibi, uzadıkça uzar... Ta ki geriye dönüp baktığımızda, katettiğimiz yolun değil, kaybettiklerimizin ağır bastığını anlayana dek.