Ah şu kayıtsızlığın gücü! Budur taşlara milyonlarca yıl değişmeden dayanabilme olanağı veren.*
"Günlerin bulutlu ve kısa olduğu yerde ölmekten acı duymayan bir soy doğar." Coğrafyanın ve iklimlerin, insanın bedeninden çok ruhuna verdiği biçimin, bir derin iç sıkıntının, dilde billurlaşmış resmi olan Petrarca'nın bu sözü, onca yüzyılı ve kastını aşar, gelir, taşranın ruh atlası olarak serilir önümüze. Ölümden acı duymayan bir yaşam... Sözün trajedisi bu denklemde yatıyor sanırım. Zamanın dışında yaşamak. Olup biten hiçbir şeyin, hiçbir yenilik taşımaması. Beklenti ve hayıf duygusunun ötesinde bir dünya. Her şeyin doğumla birlikte, bin yaşında bir tanrı sureti gibi boşluğa asılıp kalması. Kanıksanmış varlık. Tozlanmış bir ruh. Ağaçların, yıldızların, çocukların, kadınların, erkeklerin, kedilerin, köpeklerin... her şeyin, insanın canında gezen, daha doğrusu duran kör bir tekrara dönmesi. Annelerinin memelerinden, bir yere gitmeyen yolları, pıhtılaşmış arzuları, eşyaların kasvetini, baba sesinin soğukluğunu emerek büyüyen çocuklarla, yanlış büyüyen kadınların erkeklerin birbirlerine gömüldüğü ay kandil sokaklar, pıtraklı sözler, mezar damlası odalar. Her şeyi hayranlıkla küçümsemenin gergefine geren, uzakları, topuklarda zonklayıp duran bir dip sızısına, bir yıkıcı tutkuya çeviren sonsuz sıkıntı ayini.