O gün ikindi vakti avluda dolaşırken, telefona çağırdılar Nâzım'ı. Ben de gittim arkasından. O içeri müdürün odasına girdi, müdür odada yoktu, ben odanın kapısında eşikte dineldim. Nâzım heyecanla aldı eline telefonu :
- Ha, Sadri, sen misin? . . . Merhaba! İyiyim, iyi. . .Evet. . . Evet . . . Evet, sorma? . . . Ne? . . . Hususi mektup mu? . . . Ne diyorsun sen kardeşim?. . . Hususi mektup yazmam ben . . . Pullu istida yazarım, halk gibi. Hakkımı öyle ararım . . . Pullu istida yazarım, Sadri, pullu istida!... Böyle de sen ona. Güle güle . . .
Hırsla koydu telefonu yerine. Yüzü kıpkırmızı olmuştu öfkeden. Dışarı çıkınca :
- Ne oldu ki? Dedim.
- Sadri Ertem telefon eden. . . Dedi. Dahiliye vekilini görmüş, Şükrü Kaya'yı . . . Hususi bir mektup yazarsam Atatürk'e, kendisi götürür mektubu verirmiş ona, affettirirmiş beni . . . Şuna bak sen! . . .
- Sadri Ertem'de bir orostopolluk var mıdır?
- Yok, yok. . . Sanmam. Saf oğlandır o, aklı ermez böyle şeylere pek . . . Ama öteki? . . . Ne hinoğluhindir o Şükrü Kaya! . . . Hadi gel, bunun üstüne birer çay içelim şurda seninle ...
Sayfa 182 - 2. baskı - Şubat 1967 İstanbul Matbaası