"Yıllarca aranan, arzulanan bir şey... Uzak ülkelerden bir insan-kuşu getirtmek. Nice çabadan sonra artık insan-kuşum gelecektir. Beklemekteyim.
Karanlık doklar. Yürüyordum, rıhtımlar üstünde insan-kuşu bir gemiden çıkacak. Öyle çok kağıtlar, belgeler, insanlarla uğraşmak gerekiyor ki, kafesiyle birlikte insan-kuşunu alabilmek için. Karabasansı gidiş-gelişler, koşuşturmalar, çarpışmalar, ricalar, neredeyse ağlamalar... Nihayet rıhtıma, üzerinde beyaz bir örtü serili getirilip bırakılan bir kafes biçimi seziliyor. Örtüyü endişeli bir beklentiyle kaldırdığımda, bir çift mavi gözle karşılaşıyorum, dehşetle parlayan. Zarif, demirden oymalarla süslenmiş, iri beyaz kafesin içinde, üzerinde mavi bir giysi bulunan, kırlaşmış saçlı, belden kesik, bir yarım adam. Kafese gövdesiyle oturmuş-oturtulmuş, bakıyor; ürkek, acılı. Alıp onu yaşadığım yere getiriyorum, konuşamıyoruz, yalnızca birbirimize bakıyoruz. Bu sözsüz iletişim korkunç ve güzel. Belki de onun ızdırabını oluşturan bedeninin aşağı bölümünün olmayışı, benim gizli sevincimin kaynağı. Kafesin içine küçük yazılı kağıtlar uzatıyorum, bazen o da bana bir şeyler yazıyor. Bu yazı tanıdığım hiçbir dile benzemiyor, inanılmaz bir biçimde yabancı ve o denli tikel ki! Bu dili ancak ben ve yarım adam biliyoruz, başka birileriyle bu dille iletişim olanaksız.
Biricikliğin böylesine kanıtlanmasına daha önce hiç rastlanmamış; onun ve benim için. Sonsuz bir zaman sürecek gibi, büyük kafesten küçük kafese, yeşilden maviye, küçükten büyüğe, maviden yeşile... bir düş!"