...Birer bitki gibiydiler sanki, oluşumunu tamamlayamamış, arada kalmış birtakım nesneler, doğar doğmaz can çekişen, ilk soluğunda son soluğunu veren insansı bitkiler..
Yaşadığı her şey, sevdiği her şey bu yavaş yavaş sönen alevde eriyip gidiyor, yanıp küle dönerek kararıyor, sonra da kömürleşip dağılarak vıcık vıcık bir umursamazlık çamurunun içine düşüyordu.
"Nasıl da acımasız geçiyor zaman, değil mi? Kendi kendine mi geçiyor; fark edilmeden, ölçülüp biçilmeden? Ya da ona gelmesini sağlayacak kurlar yapıp tuzaklar mı kuruyorsunuz yoksa lületaşı bacaların ağaran karartıları gibi izlediniz mi onu, süratlendirdiniz mi, belirdiği zaman ortaya çıktığı yerin altında adaklık mum gibi bir aydınlık oluşuyor mu, ona karşı direnebiliyor ya da her gün şükür edebiliyor musunuz? Onu cezalandırıyor, onunla kavga ediyor, ona karşı koyuyor buna rağmen kader gibi derinlerinize işleyişini hissedebiliyor musunuz?"
Gerçekten benim için yabancı olması gereken bu adamın bize karşı gösterdiği samimiyet o kadar derin, o kadar sıcaktı ki kalbimde ılık bir rüzgarın latif esintisini ve bu mahmur esintinin tesiriyle ruhuma dolan ebedi bir mutluluk büyüsünü hisseder gibi oluyordum.
"Hayatta benim için artık ne önemli olabilirdi? Bundan sonra düşünmenin, müziğin, nakış yapmanın ne gereği vardı? Gençliğimin en güzide, en hassas yılları böyle yalnızlık içinde mahvolduktan sonra!"