ÇALINMIŞ FOTOĞRAFLAR" dediğim (başka yerlerde de kullanıyorum bu deyimi, kullanacağım da...), gözlerimizle "çektiklerimiz". Kimini, gelişigüzel, her şeyi attığımız bir kocaman zarfa atarız: gün gelir bulamaz oluruz o zarfı, sonra, gene gün gelir, kat kat tozların içinden çıkıverir karşımıza. Kimini ise, özel zarflara yerleştirir, özenle kaldırırız bir yere bu zarfları, ara ara tozunu alınz, değerli edintilerimizdir bunlar. Bir gün, bakacak oluruz içlerine, inanmak istemeyiz gördüğümüze: Yaşanmış anların doluluğunu, doluluğunun anısını, fotoğrafını çaldığımız şeyleri, ölümü, yani tarihi, usumuza hiç getirmemişizdir. (Belki kendimizi de tarih içerisinde görebilmek için fırınlarca ekmek yememiz gerekecektir. Gerçi kimimiz baştan beri her şeyin farkındadir, görüştüğünün öleceğini unutmaz. Çoğumuz içinse ölüm hep beklenmedik anlarda gelir: Sevdiklerimizi ne kadar az görmüş, tanımış olduğumuza yerinir dururuz.) Zarfta, dolu sandığımız şu zarfta, ancak birkaç fotoğraf vardır: sararmış, çizgileri erimeye yüz tutmuş... Anı dediklerimiz, durmadan ürettiklerimizdir. Bu fotoğraflarsa, anı olabilmek icin yeniden kurulmak, çizilmek ister.
Ataç oleli otuz yıl oldu. Bende kalan birkaç "fotoğraf"ından üçünü, on yıl önce, kurmayı denemiştim; anılarını yazmakta ustalık gösterenlere imrenerek, bu işi beceremediğimi bilerek...