"Ara sıra kendimi kaybetmeler; kaprisler, dengesizlikler, takıntılar: En korkunç şey ise o kafa karışıklığının, o baskının, kafadaki o ağırlığın salt baş ağrısından değil, ruh ağrısından, ruhun kansızlığından, nefret duyulan ve gerekli istirahatin sessiz utancından kaynaklanıyor olması. Bazen tekrar düşünemeyecekmişim, her şeyi alt üst olmuş fikirlerin, imkansız imgelerin, parçaların, cümlelerin gürültülü, hızlı, akışkan bir dansıymış gibi geliyor bana; beni ele geçiren, sürükleyen ve beni kendi yarattıklarımın gürültüsünde yok eden bir dans; karanlık koca bir denizde yanıp sönen ışıkların üst üste binmesi; sonrasında ise artık kendisine ait olmayan bir dünyada yapacak hiçbir şeyi kalmayan ve bedensel sağlığın güvencesine sığınmak için sadece yemek yemek isteyen birisinin kadavramsı yorgunluğu. Güzel bir günde kriz bitecek, bedenin bir parçası hareketsiz kalacak, beyin bir daha çalışmayacak, düşünmeyecek, önceden gördüklerini bir daha görmeyecek; gördüklerini hatırlamayacak, başkalarının düşüncelerini sızmayı, kendi düşüncelerini düzene sokmayı ve ifade etmeyi bir daha beceremeyecek. Bütünlükten kopmuş birkaç bayağı imgenin ağır ve budalaca gezintisi olacak; beyaz bir şeyler, beyaz duvarlar, kar beyaz önlükler ve sır barındırmayan gökyüzü, iyi bir tımarhanenin, paralı bir tımarhanenin tüm huzur dolu koşuşturmacası. Yoksa korkunç çığlıklar, devasa korkular, ruhun ve odanın karanlığı arasında geçen hayaletler ve çığlıklarla dolu geceler mi? Ya da belki de yavaşça ve bilinçsizce yitmek, bir daha asla hiçbir şey anlamamak, kavramamak, bilmemek, anlamadığını bile anlamamak... Ve son..."