Derdini kimselerle paylaşamamanın sıkıntısıyla içine kapanmış, çevresine kalın bir koza örmüş, o kozanın içinde yaşadığı olumsuzluklara inat, her geçen gün daha da güçlenen duygularıyla baş başa, kısılıp kaldığı tek kişilik hücreden çıkış yolu arıyordu.
Soluksuz kalmıştı. Onu yaşama bağlayan, ayakta durma gücü veren tek avuntu, Patricia'nın gözlerinde yakaladığı sevgi kıvılcımlarıydı. O gözlerde eriyip yok olmak yolunda karşı konulmaz bir arzuyla kavruluyor, Patricia'nın yalnızca elini tutmak için bile her şeyini seve seve feda edebileceğini hissediyordu.
Yalnızdı, kimsesizdi, en yakınları tarafından bile dışlandığını düşünerek kahroluyordu. Ne evde huzuru vardı, ne dışarıda.
Aynı denizde birbirine kavuşup birbirine karışamayan suların hikâyesi sanki bizimkisi... Oysa ne çok isterdim yüce bir inançla kavuştuğuma karışabilmeyi...
"Çok romantik bir hikayeymiş. The Netflix'te izlediğimiz filmlerdeki gibi."
"Sadece Netflix, Mamâ. Ve evet. Tam romantik ofis hikayesi, tıpkı filmlerdeki gibi, değil mi?"
"Ama bizimkisi gerçek," dedi Aaron.
Gerçek.
Dövmeli parmaklar ve çini porselen. Hades'le yemek yiyen Persephone gibi hissettim. Tek fark, tanrıçanın yeraltı dünyasının hükümdarına âşık olmasıydı.
Ve bizimkisi ilahi bir aşk hikâyesi değildi.
Bizimkisi bir aşk hikayesi değildi. Ne şarkılardakine ne filmlerdekine benziyordu. Bizim mahalleye aşk böyle dağıtılmıştı. Bu kadardı yani. Allah’tan hiçbirimizin evliliği de evi de birbirinden farklı değildi mahallede. Hasetten olmuyorduk.