Bugün çok erken bir saatte sıçrayarak uyandım ve kederler içinde, boğazımda anlaşılmaz bir tiksintiyle hemen yataktan fırladım. Bir düş değildi buna sebep; herhangi bir gerçeklik de yol açmış olamazdı. Belli bir şeyden kaynaklandığı açık olan, kusursuz, mutlak bir tiksintiydi bu. Ruhumun en derinindeki karanlıklarda, gözle görülmez, bilinmez güçler
savaşmaktaydı, savaş alanları ise varlığımdı ve ben bu tarifsiz keşmekeş yüzünden, tir tir titriyordum.
Bütün hayata karşı bir mide bulantısıyla uyandım. Yaşamak zorunda olmanın
dehşeti yataktan benimle birlikte kalktı. Her şey gözüme boş göründü bir an ve içimden buz gibi bir ses, hiçbir derdin çaresi yoktur, dedi.
Üzerime çöken inanılmaz bir bunalım, en küçük hareketlerime bile titremeler katıyordu.
Delirmekten korktum; delilikten değil, sadece orada olmaktan korktum. Bedenim gizli bir çığlıktı artık.
Kalbim konuşurcasına çarpıyordu.
Toparlamaya çalıştımsa da başaramadığım titrek, iri adımlarla önce yatak odamı bir baştan bir başa arşınladım, sonra da bir köşesi koridora açılan küçük odanın çapraz iki köşesi
arasındaki boş hattı. Mantıksız, tutarsız hareketlerle, komodinimin üzerindeki fırçaları toparladım, bir sandalyenin yerini değiştirdim, hatta, bir an sarkaç gibi sallanarak, yatağımın köşe başlarındaki pürtüklü metal dikmelere çarptım. Bir sigara yaktım, bilinçsizce içtim ve sigaranın külü ancak başucumdaki sehpaya düştüğünde –iyi ama o tarafa eğilmediğime göre, bu nasıl olmuştu?–, beni cin çarptı ya da adı başka da olsa bu türden bir derde tutuldum sandım ve özbilincimin derin bir boşluğa yuvarlandığımı kavradım.