“Yaraların hissedilmesi için tanımlanmaya ihtiyaçları yoktur” der Amin Maalouf. Yaralarımız, varoluşumuzun kanıtı gibidir. Yara nerede açıldıysa bütün benliğimiz yüzünü o yana çevirir. Çünkü sancının konuştuğu yerde başka hiçbir sesi duyamazsınız…
İşte
Merhaba, ben Anton Çehov!
Çehov kendisinden ne istendiğini bilen bir yazar. Bununla birlikte mizahi yönüyle de iyi huylu hiciv tadı da verdiği söylenebilir. Burada asıl garip olan Çehov'un derinden trajik olan olayların içine bu hicvi nasıl ustaca serpiştirdiği oldu. Dudaklarda her zaman bir gülümseme olmasına rağmen, derinde bir acının da
<<<Güneş tam tepede. Elindeki usturayla insanları paralıyor. Havada ince bir kan kokusu. Ağaçlar, evler, çocuklar, yaşlılar... Aynı kokuyor. Zifirle kaplı mahalle. Güneşle kaynıyor. Simsiyah. Doğan tüm bebekler bu siyahlığın egemenliğinde büyüyor. Yaşlılar bu siyahlıkta ölüyor. Dışarıdan gelenler için dayanılmaz, mahalleli tarafından
Kim olduğumu, nasıl bir ruha sahip olduğumu bilmiyorum.
Eğer samimiyetle konuşuyorsam, bunun nasıl bir samimiyet olduğunu bilmiyorum. Var olup olmadığını bilmediğim bir ben'den çeşitli biçimlerde başkayım (o ben bu başkaları mı, onu da bilmiyorum).
Fernando Pessoa
Işık Ergüden’in derlediği ve Türkçeleştirdiği “Pessoa Pessoa’yı Anlatıyor”
Her ne kadar bu kitabın farklı isim çevirilerinin hepsinde spoiler verilse bile (öteki ben, ikiz, ikinci kişilik gibi) yine de uyarımı yapayım. İncelememde spoiler bulunur. Zaten daha ilk sayfalarda kitabın ismi sayesinde her şey kabak gibi ortaya çıkıyor. Spoiler yeme tehlikesi yaşanacak bir kitap değil pek. Ayrıca henüz okumamış ya da izlememiş
"Gülek Boğazı'nı ellerinde tutmak isteyen Fransızlar, Pozantı'ya bir tabur kuvvetinde takviyeli bir müfreze yerleştirmişlerdi. Başlarında Binbaşı Mesnil adında, Verdun Müdafaası'nda bulunmuş bir kumandan, inatçı bir savaşçı vardı. Fakat hem Ulukışla, hem Karaisalı'dan Gülek Boğazı'nın iki tarafı Kuvâ-yı Milliye
Var olma nedenini, hayattaki amacını bulmak için çıktığı yolda her insan
Siddhartha için bir öğretmen, bizler için de bir öğreti olarak sunulmuştur. Derin bir anlatımı olmasa da şiirsel anlatımı ile düşündürüyor. Siddhartha’nın gençliğinden yaşlılığına, ne aradığını bilmeden sadece bulmaya çalışarak yürüdüğü yollarda kimi zaman bir keşiş kimi zaman
Dicle Türküsünün Sesi
Mezopotamya’yım ben;
Damarlarım su ve nehir,
Hayatım kavga, mevzum kan,
Dilim edebi, sözüm ebedi.
Her zaman bir şairin, bir vakanüvisin sözünden çok
Gılgamış’ın dudaklarında bir zaman, kadim nehrin kenarında
Birbirini bulan ruhların aşkı bizimkisi ' ' diyen o romantik adam, sıradan bir insanla konuşur gibi soğuk ve duygusuz konuşan bu adama nasıl evrilmişti.
“İstasyon alanından otele çıkan sokağın başında bir çam ağacının gövdesine tenekeden kesilmiş, koyu yeşil üstüne ak harflerle OTEL yazılmış ok biçimi bir gösterge çakılı, ama yıllar sonra çivilerden biri çürüyüp kopunca okun ucu aşağıya dönmüş toprağı gösteriyor, otelin yer altında olduğu sanısı veriyor insana.”
Yusuf Atılgan-Anayurt Oteli,
İskender Pala, günümüzden yaklaşık 12 bin yıl öncesine tarihlendirilen Göbeklitepe üzerinden araştırmalar yaparak kurguladığı eserine, Göbeklitepe'de arkeolojik çalışmalar yapan karakterini, Akşam Yıldızı ile konuşturarak başlar. Karakter aşık bir erkektir. Ancak isimsizdir. Yazar bu girizgahın çok da önemli olmadığını burada hissettirir
Not: Bu incelemede yine Antik Yunanistan’a bir yolculuk gerçekleştiriyoruz. Homeros eserleri ve mitolojiye, Sophokles ve tragedyaları ekseninde bir bakış atmak isteyenler buyursunlar. Birçok farklı konu başlığına ayırdım, ilginizi çekene yönelmek de yine sizin tercihinizdir. Okuyacak olanlara teşekkürlerimle.
“…çünkü soylu insanlar
haksızlığa
**Yazılanlarda bir parça da olsa size dokunan bir yer varsa oraya daha önce birisi dokunduğu içindir**.
Böyle bir epigraf ile başlamış
Taş Sektirme Ustası kitabına.
Bu deyiş bam telimeden vurdu beni. Dedim acaba hangi yaşanmışlıklar iç olacak bana.
Kolay değil yaşanmışlıkların ya da ifade edilemeyen boşlukların, insanı zincir gibi bağlayan, esir eden