Ardından da, dokunaklı kelimesinin anlatamayacağı kadar dokunaklı bir sesle birdenbire, “Bülbülüm altın kafeste / öter aheste aheste” şarkısını söylemeye başlamış. Bu şarkıyı söyleyip parmak uçlarıyla gözlerinden dökülen yaşları sildikten sonra, “Kimseye etmem şikâyet ağlarım ben halime / titrerim mücrim gibi baktıkça istikbalime” şarkısını da söylemiş o gün bu delikanlı. Sonra tutmuş, “Benzemez kimse sana tavrına hayran olayım / bakışından süzülen işvene kurban olayım”ı, “Gamzedeyim deva bulmam / garibim bir yuva kurmam”ı ve “Dönülmez akşamın ufkundayız vakit çok geç / bu son fasıldır ey ömrüm nasıl geçersen geç”i de söylemiş. Kahvede oturan insanlar mest olmuşlar tabiî. Daha doğrusu, bu güzelim şarkıları dinlerken kendi içlerindeki derinliğin dibine doğru defalarca gidip gelmişler.
... Rıfat yakışıklı bir oğlandı, uzun boylu ve ince yapılıydı, masum yüzünde içten, nazik bir ifade vardı; üzerinde yürüdüğü topraklara tamamıyla yabancıydı. Çevresindeki her şeye sevgiyle bakıyordu; derken sokağın başında tek başına duran konakla bahçe duvarının üzerinde salınan ağaçların tepeleri dikkatini çekti. Konağa uzun uzun baktı. "Büyükbabamızın evi o mu?" diye sordu sonra.
"Evet," dedi Abda mutlulukla. "Sana anlattıklarımı hatırlıyor musun? Bütün bu toprakların ve üzerindeki her şeyin sahibi olan
büyükbaban orada oturuyor. Bütün iyilikler ondan gelir, ona ne kadar minnettar olsak azdır. Kendini bizden bu kadar uzaklaştırmış olmasaydı, bu sokak apaydınlık olurdu."