burak özsoy

burak özsoy
@burak37389
(bir düşünceyi alıntılamam ona katıldığım anlamına gelmez)
23 okur puanı
Temmuz 2020 tarihinde katıldı
Sabitlenmiş gönderi
Tartışma Sanatı
Bir şeyi savunurken çokları kendilerine tam bir gü­ven içerisinde, onun lehine söylenebilecek tasavvur edilebilir her şeyi ileri sürme ve doğru, yarı doğru ve sadece akla yakın olanı birbirine karıştırma yanlışını yaparlar. Fakat yanlış çok geçmeden anlaşılır veya ol­madı hissedilir, ardından onunla birlikte ileri sürülmüş olan doğru ve ikna edici delillerin üzerine de kuşku­ nun gölgesi düşer. O halde fazladan hiçbir şey ilave et­meksizin sadece doğru ve ikna edici olan verilmeli ve bir doğrunun yetersiz, dolayısıyla mugalatacılara özgü delil ve temellendirmelerle savunulmasına karşı uya­nık olunmalıdır. Çünkü hasım bunları hükümsüz kıla­bilir ve böylece çıkıp ortada bunlarla desteklenen doğ­runun kendisini de çürütmüş gibi caka satabilir; bir başka söyleyişle o argumenta ad hominemi argumen­ ta ad rem4a gibi ileri sürebilir. Belki de Çinliler bunun tam tersi yönde çok ileri giderler, çünkü onlar şu düs­tura göre hareket ederler: "Belagat kudretine ve kes­kin bir dile sahip kimse her zaman bir cümlenin yarı­sını söyleyip yarısını bırakabilir; haklılığından kuşku duymayan kimse kendine güvenerek iddiasının üçte birini teslim edebilir."
Reklam
Anlaşılmaz dilin nedenini hiçbir zaman anlamamışımdır. Temel varoluşçu kavramların kendileri karmaşık değildir, üzerlerinin açılması gerektiği kadar şifrelerinin çözülmesi ve titiz bir şekilde analiz edilmeleri gerekmez. Her insan hayatının bir döneminde başka bir şeye dikkat edemeyecek şekilde "düşünceye dalar' ve güçlü varoluşçu kaygılar yaşar. İstenen şey resmi bir açıklama değildir: filozofun ve ayrıca terapistin de görevi, insanın baştan beri bildiği bastırılmış bir şeyi yüzeye çıkarmak, kişinin yeniden tanımasını sağlamaktır. Pek çok önde gelen varoluşçu düşünürün (örneğin, Jean-Paul Sartre, Al- bert Camus, Miguel de Unamuno, Martin Buber) resmi felsefi tartışmalar yerine edebi ifadeleri tercih etmelerinin nedeni tam olarak budur. Her şeyden öte, bir filozof ve terapist insanı kendi içine bakmaya ve varoluşuyla ilgili duruma kulak vermeye cesaretlendirmelidir.
Aslında, yalnızca insanın acıçekişinin evrenselliği, hastalığın her zaman her yerde bulunduğu şeklindeki ortak gözlemi açıklayabilir. Böyle bir gözlemi ifade etmek için Andre Malraux, elli yıldır insanlara günah çıkartan bir papaza insanlık hakkında ne öğrendiğini sorar. Papaz cevap verir, "Öncelikle, insanlar düşünebildiginizden çok daha mutsuz ... ve sonra şöyle bir gerçek var ki, yetişkin insan diye bir şey yok."' Bir başkasının degil de o insanın hasta olarak etiketlenmesine neden olan şey çoğu kez yalnızca bir dışşarttır: örnegin, mali kaynaklar, psikoterapistlerin varolması, terapiye karşıkişisel ve kültürel tutumlar ya da meslek seçimi — terapistlerin büyük çoğunluğu gerçek hasıa haline gelmektedir. Normalliği tarif edip tanımlarken araştırmacıların böylesi büyük zorluklarla karşilaşmalarinın en büyük nedenlerinden biri stresin evrenselligidir: normallik ve hastalık arasındaki fark nicelikseldir, niteliksel değil.

Okur Takip Önerileri

Tümünü Gör
Varoluşçu görüş farklı türde bir temel çatışmayı vurgulamaktadır: ne bastırılmişiçgüdüsel çekişmelerle ne de içselleştirilmişönemli yetişkinlerle olan çatışmayı önemsemektedir, onun yerine bireyin varolmanın getirileriyle yüzleşmesinden kaynaklanan çalışma üzerinde durmaktadır. Ve varolmanın "getirileri" derken belirli en nihai kaygıları, in- sanoğlunun dünyadaki varlığının bir parçası, hem de önemli bir parçasıolan, yaratılıştan getirilen belirli nitelikleri kastediyorum. Insan bu getirilerin yapısınınasıl keşfedebilir? Bir bakıma bu iş pek zor değildir. Yöntemi derin kişisel düşünmedir. Şartlar basittir: yalnızlık, sessizlik, zaman ve her birimizin deneysel dünyamızı doldurduğumuz her zamanki oyalanmalardan kurtulmak. Eğer her zamanki dünyamızısilebilir ya da "parantez içine" alabilirsek, dünyadaki "durumumuzu," varlığımızı, sınırlarımızı, olanaklarımzı derinlemesine düşünürsek, eğer bütün diğer nedenlerin altında yatan nedene ulaşırsak mutlaka varolmanın getirileriyle, bundan sonra "nihai kaygılar" olarak bahsedecegim "derin yapılarla" karşıkarşıya geliriz. Bu düşünme süreci çoğu kez belirli acil deneyimlerle kolaylaştırılır. Çoğunlukla bahsedildigişekliyle bu "sınır" ya da "uç" durumları, kişi- nin kendi ölümüyle, geri dönüşü olmayan büyük bir kararla ya da kişiye anlam veren önemli bir yapının çöküşüyle karşıkarşıya gelme gibi deneyimleri içerir.
Neo-Freudyenler —özellikle Harry Stuck Sullivan, Karen Horney ve Erich Fromm— bireyin temel çatışmalarıiçin başka bir bakışaçısı sunmaktadırlar. Çocuk, içgüdünün egemenliği altında ve önceden programlanmışolmak yerine, doğuştan getirilen mizaç ve etkinlik düzeyi gibi yansız özellikler bir yana, tamamen kültürel ve kişilerarası çevreyle şekillenen bir varlıktır. Çocuğun duyduğu temel gereksinim güven —kişilerarası kabul ve onaya— yöneliktir ve güven veren önemli yetişkinlerle kurulan etkileşim çocuğun karakter yapısını beklemektedir: Çocuk, içgüdtilerinin egemenliği altında olmasa da, doğuştan getirdiği büyük bir enerjiye, meraka, bedeninin masumiyetine, gelişmek için doğasında varolan potansiyele ve sevilen yetişkinleri elinde tutma isteğine sahiptir. Bu özellikler her zaman etraftaki önemli yetişkinlerin talepleriyle uyum halinde değildir ve temel çatışma bu doğal büyüme eğilimleriyle çocuğun güven ve onaylanma gereksinimi arasındadır. Eğer bir çocuk, çocuklarıiçin güven ya da özerk gelişimi cesaretlendiremeyecek ölçüde kendi nevrotik mücadeleleriyle meşgul olan bir anne babaya sahip olma şanssızlıgıiçindeyse ciddi çaıışmalar ortaya çıkmaktadır. Böyle bir mücadelede gelişme, güven uğruna feda edilir her zaman.
Reklam
Freud'a göre, çocuk doğuştan getirilen içgüdüsel güçlerle yönetilir ve bir eğreltiottt yaprağının açılmasıgibi psikoseksüel gelişim devresinden geçerek kåtman katman açılır. Birkaç cephede çatışma vardır: ikili içgüdüler (ego içgüdülerin karşılibidoya ait içgüdüler ya da ikinci kuramda Thanatos'a karşı Eros) birbirine karşıçıkar; içgüdüler çevrenin ve daha sonra da içselleştirilmişçevrenin —süperegonun— talepleriyle çarpışır; çocuk dolaysız haz elde etmeye yönelik iç baskıyla hazzın geciktirilmesini talep eden gerçeklik ilkesi arasında bir uzlaşma sağlamalıdır. Bu nedenle içgüdüsel olarak yönlendirilen birey, doğuştan getirdiği saldırgan ve cinsel iştahın doyurulmasınıönleyen dünyayla savaşhalindedir.
Bilim felsefesinin işlevinden söz ederken belirtilmesi gereken önemli bir nokta daha var. Bu da, bilim feslefesinin geleneksel felsefeye özgü gerçekliğin asal niteliğini yakalama, evrensel doğruyu ortaya koyma özentisi içinde olma­ dığıdır. Pek çok kimse için bilim felsefesi, bilimin ulaştığı sonuçlara dayanan bir dünya görüşü oluşturma çabasıdır,
Değinilmesi gereken bir nokta da, özellikle son yıllarda daha belirginle­ şen bir kaygıya ilişkindir. Günümüzde hemen her ülkede bilim adamlarının "savunma" adı altında yürütülen savaş teknolojisinde görev alması, politik ya da ideolojik emellere dolaylı da olsa hizmet sağlaması ahlak açısından sorgu­ lanan bir olaya dönüşmüştür. Bilimsel bilginin doğal dengelerin yıkımına yol açan çıkara yönelik amaçlarla kullanılmasına katkıda bulunması şöyle dursun, seyirci kalması bile bilim adamı için bağışlanabilir bir davranış mıdır? Bilime karşı günümüzde giderek kendini daha fazla duyurmaya yüz tutan güvensizlik duygusunun oluşumunda bilim adamının bir ölçüde de olsa sorumluluğu yok mudur? Gerçi bu soruların da bilim felsefesinden çok ahlak felsefesini ilgilen­ dirdiği söylenebilir. Doğrudur; ne var ki, öyle bir gelişmenin bilim felsefesini etkileyemeyeceğini söyleyemeyiz.
Bilim felsefesi nedir? Bu soruya kısa ve kesin bir yanıt vermek güçtür; ama bir ilk belirleme olarak bilim felsefesini, bilimi anlamaya yönelik felsefi bir çalışma diye niteleyebiliriz. Genel terimlerle dile getirdiğimiz bu nitelemeyi da­ ha belirgin kılmak için öncelikle bilim ile felsefeden ne anladığımızı kısaca, be­ lirtmemiz gerekir. Bilim, inceleme konusu olguları açıklayıcı hipotez veya ku­ ramlar oluşturma, bunların doğruluk değerini gözlemsel verilere giderek yokla­ ma sürecidir. Felsefenin işlevi ise değişiktir. Felsefe, hiç değilse çağdaş anla­ mıyla, ne olguları anlamaya ne de bilgi üretmeye yönelik bir etkinliktir. Felsefe çeşitli yollardan edindiğimiz tüm deneyim ve bilgilerimizi anlam açısından çözümleme, kendi içinde tutarlı bir anlayış kurma çabasıdır. Öyleyse, bilim felsefesi bilimsel bir çalışma değil, bilimi düşünsel bir etkinlik olarak açıklığa kavuşturma, anlamlı kılma girişimidir. Başka bir deyişle, bilim felsefesi bilimin kavramsal yapısını, olguları betimleme, öndeme ve açıklama yöntemini, doğruluk savlarına ilişkin ölçütleri irdeleme; bilim ile "sözde-bilim" diye bilinen astroloji, parapsikoloji gibi çalışmalar arasındaki temel farkı belirleme etkinliğidir.
Ne var ki, bilimin gelişmesinde kültürel ortamın önemi yadsınamaz. Her şeyden önce, kültürün doğayı anlamaya yönelik, yeni arayışlara açık olması, düşüncenin dinsel ya da siyasal ideolojik öğretilerin buyruğunda tutulmaması gerekir. Özgür tartışmaya, ussal eleştiriye kapalı bir kültür ortamında bilimsel arayışa olanak yoktur. Nitekim Avrupa'da gerçek anlamda bilimsel araştırma, Ortaçağ teolojisinin Rönesans'la başlayan saygınlık kaybıyla olanak kazanmış­ tır.Bunun ters yönde oluşan bir başka örneğini de İslam dünyasında gör­ mekteyiz: 12. Yüzyıla gelinceye dek İran, Irak ve Mısır'da parlak gelişme ortamı bulan bilim, Gazali'nin felsefeyi, dolayısıyla özgür düşünceyi, tümüyle yok etmeye yönelik ortaya koyduğu bağnaz tutumun egemenlik kazanmasıyla sönmeye yüz tutar, çok geçmeden İslam ülkeleri bugün de içinden çıkamadık­ ları Ortaçağ karanlığına gömülür. Bilimin tekdüze bağnaz ideolojiler altında nasıl kısır bir konuma düştüğünü, çağımızda tanık olduğumuz totaliter yöne­ tim deneyleri de göstermiştir. Günümüzde ülkemizin de giderek büyüyen kök- tendinci bir ideolojinin tehdidi altına girdiği görülmektedir. Goethe, "Hiçbir şey eyleme geçen cehalet kadar korkunç olamaz" demişti. Toplumumuzu öyle bir tehlikenin baskısı altına düşmekten kurtarmanın en temel ve kalıcı önlemi özgür düşünce ve inanç ortamını hızla geliştirmektir. Bu ise en başta bilimsel anlayışın kültürümüzle kaynaşması, öncelikle aydın ve yönetici kesimlerin davranışlarına sindirilmesiyle olanak kazanır. Karanlığa karşı tek silah aydınlıktır.
Reklam
bilim bazı yönleriyle oldukça soyut, uzmanlık bilgisi gerektiren üst dü­ zey düşünsel-deneysel bir çalışmadır. Ne var ki, tümüyle bakıldığında bu gö­ rüntü yanıltıcıdır; pek çok kimsenin sanısının tersine, bilim, kitlelerin iyi bir eğitimle bile erişemeyeceği, anlaşılması güç, sağduyuya yabancı bir etkinlik değildir. Einstein gibi kimi seçkin bilim adamlarının da belirtmekten geri kal­ madıkları gibi, bilimsel düşünme hepimizin paylaştığı günlük düşünmenin da­ ha düzenli, tutarlı ve eleştirel bir uzantısından başka bir şey değildir. Kaldı ki, bilimi anlamak çoğu kez teknik bir dille ortaya konan sonuçlarını öğrenmek demek değildir. Önemli olan bilimi entelektüel bir etkinlik, problemleri algıla­ ma ve çözme girişiminde ussal ve nesnel bir yaklaşım olarak değerlendirebil­ mektir. Bilim bir bilgi yığını olmaktan çok tartışmaya açık bir "deneme- yanılma-yanılgıyı ayıklama" yöntemidir.
Din, sanat, felsefe, hukuk gibi etkinliklerle karşılaştırıldığında bilimin kül­ tür yaşamına katılımı oldukça yeni bir olgudur. Dahası, Batı kültürü dışında henüz pek az kültürün bilimi yeterince özümsediği söylenebilir. Kaldı ki, bir­ çok kültürde bilime karşı açık ya da üstü örtük tepkiler olduğunu, kimi kül­ türlerin de bilime nerdeyse tümüyle
Din birliğinin de bir ulusun kuruluşunda etkili olduğunu söyleyenler vardır. Fakat biz, bizim gözümüzün önündeki Türk ulusu tablosunda bunun tersini görmekteyiz. Türkler, Arapların (İslâm) dinini kabul etmeden önce de büyük bir ulus idi. Arap dinini kabul ettikten sonra, bu din, ne Arapların, ne aynı dinde bulunan Acemlerin (İranlıların), ne de Mısırlıların ve başkalarının Türklerle birleşip bir ulus oluşturmalarına hiçbir etki etmedi. Tersine, Türk ulusunun ulusal bağlarını gevşetti; ulusal duygularını, ulusal heyecanını uyuşturdu. Bu pek doğal idi. Çünkü Muhammed'in kurduğu dinin amacı, bütün ulusların üstünde yaygın bir Arap ulusçuluğu politikasına dayanıyordu. Bu Arap düşüncesi, ümmet sözcüğü ile dile getirildi. Muhammed'in dinini kabul edenler, kendilerini unutmaya, yaşamlarını Allah sözcüğünün her yerde yükseltilmesine adamaya zorunlu idiler. Bununla birlikte, Allah'a kendi ulusal dilinde değil, Allah'ın Arap kavmine gönderdiği Arapça kitapla tapınma ve duada bulunacaktı. Arapça öğrenmedikçe Allah'a ne dediğini bilmeyecekti. Bu durum karşısında Türk ulusu birçok yüzyıllar boyunca ne yaptığını, ne yapacağını bilmeksizin, âdeta, bir sözcüğünün anlamını bilmediği hâlde Kur'an'ı ezberlemekten beyni sulanmış hafızlara döndüler.
Platon'a iki soru sormuşlar: Birincisi ; "İnsanoglunun sizi en çok şasırtan davranışları nedir ?" Platon tek tek sıralamış : Çocukluktan sıkılırlar ve büyümek için acele ederler. Ne var ki çocukluklarını özlerler. Para kazanmak için sağlıklarını yitirirler. Ama sağlıklarını geri almak için de para öderler. Yarından endişe ederken bugünü unuturlar. Dolayısıyla ne bugünü ne de yarını yaşarlar. Hiç ölmeyecek gibi yaşarlar. Ancak hiç yaşamamış gibi ölürler. Sıra gelmiş ikinci soruya ; "Peki sen ne öneriyorsun ?" Bilge yine sıralamış; Kimseye kendinizi "sevdirmeye" kalkmayın...! Yapılması gereken tek şey, sadece kendinizi "sevilmeye" bırakmaktır Önemli olan; hayatta "En çok şeye sahip olmak" değil "En az şeye ihtiyaç duymaktır..."
Yöneticiler iyi veya kötü olsunlar, kahraman veya zalim olsunlar, onlar kendi milletlerinin birer yansımasıdırlar. Onlar, milli ruhun birer kopyasıdır. Onlar, halk kitlesinin içinden doğmuştur. Bir millet nasılsa, devlet adamları da onlar gibidir. İşte bu nedendir ki eskiden beri "Her millet layık olduğu idareye ve devlet adamlarına sahip olur" denilmiştir.
BİR EMBRİYODAN İYİ VATANDAŞ YARATMAK 1966'da İsrailli psikolog Georges tamarin yaşları 8 ile 14 arasında değişen 1066 çocuğa Tevrattaki Yeşu 6. ayetteki Eriha savaşı'nın öyküsünü anlattı. "Yeşu, halkına tanrı, Eriha'ya girmelerine izin verdiği için sevinmelerini söyler.Yeşu'nun halkı Eriha şehrinde kadın erkek, genç
199 öğeden 1 ile 15 arasındakiler gösteriliyor.