Büyülendim en baştan, afalladım sözcük seçimi karşısında... Bu olayı anlayamıyorum, aynı kelimelerin kullanımları üç beş noktalamayla, söz dizilimiyle nasıl bu hale gelebiliyor... Serdar Ortaç'ın bir zamanlar dediği 'Topu topuna 7 nota var kaç ayrı beste yapılabilir ki?' şaşkınlığı içerisindeyim. Gerçi benimki güzelleme onunki farklıydı ya neyse.
"Bütün ülkeyi sulamak için; bir, iki, üç dere yetmez. En tenha kulübeler bile, göl, pınar veya dere gibi bir su kaynağına muhtaçtır. Milletin manevi susuzluğu da buna benzer. Her tarafta, milletin doyasıya içebileceği canlı pınarlar bulunmalıdır."
Kırmızı; Ordu mu, Aşk mı?
Siyah; Kilise mi, Ölüm mü?
Okuyun en iyisi, kararını kendiniz verin…
Fransız edebiyatında realizm akımının öncüsü olan Stendhal, 1827 yılında, kilisede işlediği bir cinayetten dolayı, ölüm cezasına çarptırılan Berthet adındaki papaz okulu öğrencisinin, gazeteden okuduğu davasından esinlenerek bu romanı kaleme alıyor.
“Ne çok ölü düşün var senin .
Kırık dökük gerçeklerin üşüşünce düşüncene
ne çok canlı acın var senin .
Bölük pörçük gerçeklerin inince içine
ne çok katı kanın var senin
Ne çok diri ölün var senin …”
Ben kendi Sosyolojik okuma geçmişimi ikiye ayırıyorum: Bauman öncesi ve Bauman sonrası...
Bauman öncesi dönemde akademik kavramlar arasına sıkışmış, gündelik deneyimlerle sosyolojinin savunduğu görüşleri bir türlü birleştiremiyordum. Sorunun benden kaynaklı olduğunu düşünüyor ve bir yetersizlik duygusuna kapılıyordum. Sosyoloji disiplinine özel