Salgın, kısa zamanda çevredeki insan, hayvan veya bitkilerin büyük bir bölümüne bulaşan hastalıkların genel adıdır. Tıbbi terminolojide bir salgının şiddetli geçmesine neden olan öğelerin toplamına “salgının gücü” denilmektedir. Salgın gücü, hastalık yapan mikrobun mutasyon evresi, üreme ve bulaşma evreleri, coğrafya ve toplum koşulları ve insanların bağışıklık sistemlerine göre değişiklik göstermektedir. Salgın hastalıklarının ortaya çıktıkları lokasyonlardan başlayarak başka yerlere sıçramasına “Andemi” denirken, belli bir coğrafi alanda veya alanlarda normalin üstünde görülmesini “Epidemi” kıtalar arası yayılarak afet diyebileceğimiz önlenemez düzeye ulaşmasına ise “Pandemi” denilmektedir.
“Bazı şeylerin kıymetini hiç anlayamıyoruz. Çok geç anlıyoruz yahut. Hayatın, merhametli bir ana gibi, bir yolunu bulup avucumuza tutuşturduğu, kulağımıza küpe eylediği öğütleri tutmada, çok gevşek davranıyoruz. Kolayca unutuyoruz yaşadıklarımızı. Düşündüklerimizi. Pişmanlıklarımızı. Hatta güzidelerimizi, kahramanlarımızı. Kaybolduğumuzda bizi bulanları. Düştüğümüzde elimizden tutup kaldıranları. Öyle değil mi?.. Unutmak, yanı başımızda bekleyen bir ilaç sanki ya da bizi yavaş yavaş öldüren bir zehir. Kulağımıza fısıldananları, biz de yere göğe üfleyip atıveriyoruz içimizden. Üstelik, zaman âdil bir yargıç değil. Tarih de hakikati kollayan dürüst bir sarraf olmaktan çok uzak.”
“Kan ve kemik miktarıyla baktığımız her savaş, kötüdür elbette. Evet, zordur savaş. Kazanan için bile yıpratıcıdır, üzücüdür. Hayatta kalma isteği, her şeyin üstünü örter bazen. İnsanı insan yapan faziletlerin çoğu, bir anda kaybolup gider… Fakat zillet daha koyudur. İstilacı zalimlere boyun eğmek, daha kötüdür. Namusuna el uzatılan kadınların çığlığına kulak tıkamak, daha kötüdür. Ömür boyunca korka korka yaşamak; kaçacak, saklanacak yer aramak daha kötüdür. Allah adının, arzdan ve semadan silinmesi daha kötüdür. Allah’a iman eden, üzerindeki nimetler sayesinde karnını doğurduğu toprağa hürmet gösteren, karısını ve çocuklarını seven adam; kılıç kuşanır bu yüzden. Alnını secdeye huzurla koymak isteyen… Evlatlarının şeref ve sevgiyle büyümelerini görmek için, gecesini gündüzüne katan… Erinin alın terine gözyaşını ortak eden… Yaşadığı şehir güzelleşsin diye ömrünü tüketen kadın, kapısının arkasında bir sopa bekletir. Belinde bir hançer saklar…”
Tarımda ülke potansiyelinin değerlendirilmesi, katma değer artışının en üst düzeyde sağlanması için öncelikle zihniyet değişimine ihtiyaç var. Tarımı, çiftçiyi, köylüyü, üreteni yok sayan, ithalat destekçisi anlayıştan kurtulmak gerekiyor.
Biz az okuyoruz. Oysa kütüphanelerin yaygınlığı, zenginliği ve düzenli çalışması her şeyden önce talep işidir. Kitabı; ekmek, su, gömlek ve taşıt aracı derecesinde gerekli görmeyen, gazete bilgisiyle yetinen bir toplumda kütüphaneciliğin ve kütüphanelerin gelişmesi konusunda pek ümitli olamayız.
Eski İstanbul mahallelerini bugün gravürlerden seyredenler hoş bir atmosferin varlığından söz ederler. Oysa yaşanan hayat, bugünkü nostalji derecesinde kolay ve hoş olmamalıydı. Toplanamayan çöpler, yazın toz toprak, kışın çamur ve rüzgârlı havalarda bir kıvılcımla başlayıp bütün şehri telaşa veren ve gerçekten de mahalleleri süpürüp kül eden yangınların korkusu; İstanbul’u ilk elde kârgir yapılara ve giderek betonarmeye hem de çirkin bir betonlaşmaya itti. Mahallelerden gün ışığını, yeşili, nihayet komşuluk ve mahalle kültürünü de götürdü.
Latinlerin “historia est magistra vitae” (tarih hayatın öğretmenidir) deyişi, bir bakıma tarihten ibret almayı değil, belki daha çok zamanımızı tanımayı ve öğrenmeyi emreden bilgece bir ifadedir.