Sevgin seni öyle korkusuz yapmıştı ki uykunda bu dünyaya ait olmayan bir iyilikle gülümsüyordun. Ay ışığı vuran yoksul odanda, eski sandalyelerinden birine oturup sonsuz bir susuzlukla seyrettim, yüzündeki o “yasadışı gülümseyişi”...
Hayatın içinde seni barındırdığı her karesinde, uzun uzun soluklar alarak, o günlük, o sıradan ayrıntılarını alabildiğince büyütüp içinde kaybolarak severdim seni. Odanın içinde, varlığına yıllardır aşina olduğun bir eşya gibi sessizce kaybolarak seni izlemek ve başının üzerinden sonsuzluğa akıp giden düş bulutlarında şekillenen her sözü, yüreğimde senin için büyüttüğüm şiire mısra yapıp eklemekti seni sevmek.
Gözlerime vuruyor, içimin boşluğu. Bir sancı gibi... Ruhumu yeraltına kapatarak dışarı çıkıyorum.
Bu yokluğu ben hazırladım kendime. Şimdi, hiçbir yere ait değilim.
En büyük kayboluş, sevip sevip sonunda kimi sevdiğini bilememekmiş... İçimde bir ses, durmadan, dünyanın sonu geldi, diyor. Dünyanın sonu, bu halime öyle çok uyuyor ki hiç üzülmeden, hiç korkmadan kabulleniyorum onu.
Adeta sayıklar gibi, sanki karşısında ben yokmuşum gibi, bütün bu anlattıkları yüzünden kırılacak bir kalbim yokmuş gibi, ertelediği tüm acıları, tüm yıkılışları üzerime yağdırıyordu.