Ve bunun üzerine Tarifa'ya gitmesi ve bütün bunların onda birini çingene kadına vermesi gerektiğini anımsadı. "Çingeneler nasıl da kurnaz oluyorlar!" dedi kendi kendine. "Belki de çok yolculuk ettikleri için."
Pencereme iki kelebek kondu. Biri Kürt, biri Çingene. Dün de iki serçe gelmişti, biri Kürt biri Çingene'ydi. Bulutların arasında bir görünüp bir kaybolan uçaklar var, kimi Kürt kimi Çingene. Öyle bir mahalle ki bu, her yer Kürt, her yer Çingene. Yaşlı olduğum için gözlerim görmüyor sanıyorlar. Kulaklarım duymuyor. Yaşlı kadın, sanıyorlar ki, öldü ölüyor. Dün odunluğumdaki tahtaları çaldı birileri. Kürtler, "Çin­geneler çaldı odunlarını" diyor, Çingeneler de "Kürtler çaldı" diyor. Oysa ben gece karanlığında... uykusuz yaşlılar kervanın­ da... pencerenin kenarında... bir başıma oturuyordum. Gözlerim kapalı ama kulaklarım açık. Gece sessiz. Gece karanlık. Çok eski zamanları hatırlıyordum. Bu mahallede benim gibi madamla­rın yaşadığı zamanları. Matmazel olduğum zamanları. Baba­ma mösyö dedikleri zamanları. Bayramları. Sakızlı muhallebileri. Fener alaylarını. Kendi dilimde söylediğim çocuk şarkıları­nı. Çok eski zamanları hatırlıyordum ki odunluktan sesler geldi. Çingeneler. Sessiz olmayı beceremeyen bir soyun torunları. Hırsız geldiler hırsız gidecekler. Üç beş parça odunum var, onu da çalıp beni soğuktan öldürecekler. Ben ölünce evi sökecekler. Önce marangoz Yorgi'nin, süslerini üzerine elleriyle oyduğu o güzelim kapıyı yıkacaklar. Sonra pencerelerdeki tahta kepenk­leri kıracaklar. Her yağmurda, her rüzgarda biraz daha eğilen duvarlara tekmeler atacaklar. Çökecek evim. Çingeneler evimi parça parça çalacaklar. Tek göz odalarındaki sobalarda yakıp ateşinde göbek atacaklar.
Reklam
Bir kez, tam poşet çayın üzerine sıcak su dökmek için kaynayan çaydanlığa eğildiğimde, Dritta atılıp poşeti çekti. Poşeti kuruması için eteğine sürerken 'Islatacaksın,' diye beni azarladı. Şimdiye kadar hiç poşet çay görmemişti - acaba ne olduğunu düşünmüştü?
Çingene kelebeklerden birinin üzerine bardak kapadım. İçinde çırpına çırpına çığlıklar attı. Çingene sineklerden birinin kanadını kopardım. Uçmaya çalıştı... çalıştı... çalıştı. Yere düştü. Üzerine bastım, öldü. İçinden sapsarı bir su çıktı. Dün gece Çingeneler tam odunlarımı çalarken ve beni yaş­lı yatağımda, yarı uykuda, yarı ölümde,
Varşova'da istasyon arkası- Daha görmeden buranın kokusunu almıştım. Korkunun ve yoksulluğun o dayanıklı kokusu, insan dışkısının kokusu. Kimse bir çukur kazmaya bile yeltenmiyordu. Her şey bu kadar kötüydü. Bunları düşünüyordum, aklımda başka hiçbir şey yoktu; pisliğe basmamaya çalışırken, pantolonlarını sıyırıp çömelmiş tuvaletlerini yapan iki orta yaşlı adamın üzerine basıyordum neredeyse. Büyük bir sıçanın üzerine basmış gibi salakça ayy diyerek geri sıçradım; oysa onlar ne soğuktan, ne benden ne de onları izleyebilecek olan herhangi bir kimseden rahatsız olmadan öylece oturup sohbetlerine devam ettiler. ...
İnsanların tuzlu suyla beslenerek ne kadar yaşayabileceğini anlayabilmek için Alman ordusu adına, Dachau ve Buchenwald'da Çingenelere deniz suyu enjekte edilmiştir. Auschwitz'deki temel ilgi alanı kalıtım ve hastalıklardı (bu kampta pek çok egzotik deneyin yanı sıra, deri üzerine asit dökme ya da göze asit enjekte etme yoluyla renk değiştirme deneyleri de yapılmıştır.) Örneğin bir pire salgını çıktığında, hasta, içinde değişik tuz ve asit karışımları olan küvetlerin birinden çıkarılıp diğerine koyuluyordu. Tedavi başarılı olamadığında hastalar hemen otopsiye alınıyordu.
Reklam
37 öğeden 1 ile 10 arasındakiler gösteriliyor.