Turunç rengi bir gün batımı, dağlarda beliren silüetler birer birer kayboluyordu. Cizre ovasında bir ceşmeden su içerken, sarhoş bir at koşuyor önümden, sırtında bilmem ne yüklü. Aşkları tevn zamanları gibi eski, "sigara içen bir kadın, kulağı küpeli bir adamın kulağına emrimin" diyordu. Ninemin halısı gibi, dedemin sigara tabağı gibi eskilere götürüyordu. Saçına papatyalardan taç yapmış küçük bir kadın ve saç örüklerini şiirle bağlayan bir adam, kanamış yarasını bastırır gibi bastırıyor kucağına. Sarma sigaramı yakmak için, kibritimin son çubuğunu tutuştururken, tutuşmanın sesi; yerini bir çoban kavalının sesi yerine bırakıyor. O kadar acıklı bir ses ki; sanki yüreğindeki olmamışlıkları koymuş kavala üflüyor. Görkemli bir kalabalıktan çıkmış beynim, aynı anda şaşaalı bir kalabalık geçiyor önümden, herkes herkesi tanıyor, herkes hiç kimseyi tanımıyor. Süryani bir yalnızlık sarıyor dumanı üflerken şehrin üstüne, sonra bir Ermeni ezgisi geliyor uzaktan ve sokaklar birer Kurdî güzellik olup, omzunda taşıdığı mataralarla suluyor şehrin taşsız sokaklarını ve kadınlar güneşi doğuruyor, şehrin insanları uyanıyor uykularından. Bir baba oğlunun yırtığına bir parça yama dikiyor, en mavisinden. Gururla yükselen kavak ağacından bir serçe uçuyor gökyüzüne, burnunda hızma olan bir kadın geçiyor yanımdan, durup, "bir masal anlatır mısın bana" diyor. "Sana kendi dilimde bir masal anlatacağım ve sonunda ölmeyecek kahramanları" diyorum.