Tarihte yaşanması pek muhtemel olan, hatta belki de ismi bilinmeyen insanlar tarafından çoktan yaşanmış olayları okuyacağınız bir eser.
2.Dünya Savaşı'nın insanlar üzerindeki etkilerine yarım kalmış bir aşk hikayesi üzerinden tanık olacaksınız. Bu tanıklık kaba bir şekilde değil, bir serüven edasıyla gerçekleşecek...Profesör Maximilian Wagner'in yarım kalan hikayesini (belki de Serenad'ını diyelim), Maya Duran tamamlayacak.
Eserdeki ana karakterler kurgusal olsa da bahsi geçen çoğu isim, mekân ve olay gerçektir. Örneğin Nazi Almanyası'nın zulmünden kaçarak Türkiye'ye sığınan Yahudi profesörlerin isimleri, Rus denizaltısı tarafından batırılan Struma gemisi ve içinde ölen 768 kişi ve dahası...
Uzun bir eser olması nedeniyle başlarda aradığınızı bulamadığınızı düşünebilirsiniz. Hatta eserdeki ana karakterlerden biri olan Maya Duran'ın ilk bölümlerde gündelik hayatında karşılaştığı sorunlar size eserin çok popülist bir havayla yazıldığı düşüncesini verebilir. Fakat biraz zaman ve şans tanırsanız, Livaneli'nin size başka bir eleştiriyi sunduğunu göreceksiniz.
Dönemin tabularına zıt olarak gerek toplum yapısına, gerek cinsiyet rolüne, gerekse tarihi gerçeklere kafa tutan ve göndermelerde bulunan bu romanı büyük bir istekle okudum. Eser dili çok akıcı, olay örgüsü kafa karıştırmıyor, tema boğmuyor. Eserin, merak duygusunu ön planda tuttuğunu ve bazen işi gücü bile bırakıp kendini okuttuğunu söyleyebilirim.
Okuyacak olanlara iyi okumalar dilerim.
"Manevi acının yanında fiziki acının ne önemi var?"
Her sayfayı merakla çevirip her cümlesinde kendimi çıkmazlarda bulduğum bir kitaptı. Bir film izlercesine anlatılan tüm cümlelerin gözümün önünden bir bir geçtiğini hissettim.
Aslında bu eser tam bir toplum eleştirisi olarak yazılmış. Fransız toplumunun, ki 1800'lerin ikinci çeyreğine denk gelen bir vakitten bahsediyoruz, adalet sistemindeki hastalıklı infaz yasasına nasıl cezbedici bir tavırla yaklaştığını ve bundan keyif aldığını okuyoruz.
Victor Hugo, muhtemelen her sayfada en az birkaç kere bazen ince bazense ağır hicivlerle bu durumu eleştiriyor, hiçbir suç ve cezanın insan canından daha kıymetli olmadığı anlatıyor. Aksine, idam (burada vurgulanan infaz aracı giyotindir) ile hayatların son bulmasındansa bu suçluların bir şekilde iyileştirilebileceği ve topluma kazandırılabileceği vurgulanıyor.
Eserde baş karakterin idama giden yoldaki konuşmaları da eleştirel bir dille toplum bilinci oluşturmaya çalışmakta ve ne yazık ki başarısız olmaktadır. Dili orta yoğunlukta, modu ise fazlasıyla duygulu ve karamsardır.
Okumamış olanların şans vermesi gereken bir eser.
Bir sahaftan aldığım, alırken de "Acaba beklentilerimi karşılayacak mı?" diye merak ettiğim bir kitaptı. Merakımı fazlasıyla karşıladı diyebilirim. Gündelik yaşamdan izler taşıyan, okuyormuşsunuz gibi değil de sanki birisi size öyküler anlatıyor, siz de dinliyormuşsunuz gibi hissettiren bir eser.
Biraz nostaljik biraz da trajik diyebileceğimiz 13 öyküden oluşuyor. Öykülerdeki karakterler birbiriyle bir şekilde bağlantılı. Bilhassa olay örgüsü de zaman zaman birbirini takip ederek ilerliyor. Bu nedenle başlıklar değiştikçe kafanız karışmıyor.
Olaylar ise genel olarak karakterlerin bir zamanlar hayatlarının üzerine kurulduğu denizden kopuşu, kaçışı ve kaçmak zorunda kalışı ile ilgili. Hikaye sonları ölümle süslenmiş, bu yüzden pek de mutlu sonlar ummamak lazım. Eserin yazıldığı dönemi göz önünde bulundurunca kendinize uzak bir anlatımı olduğunu düşünebilirsiniz fakat bir şans vermenizi öneririm. Zira ben kendime yakın hissettim...
Genellikle, Çehov'un eserlerinde anlatımın bu kadar karmakarışık olmamasına rağmen bu eserin olay örgüsünün beni bu kadar yormasına şaşırdım. Bu nedenle çok büyük beklentilerle okumamaya çalıştım. Muhtemelen çevirisinden kaynaklı olacak ki eserde pek çok imla hatası ile karşılaşabiliyorsunuz. Eğer okumak isterseniz başka bir yayınevi tercih edebilirsiniz.
İçerik olarak ise birkaç hikayeden oluşan bu eserde biraz esprili bir anlatım mevcut. Durum eleştirilerinin yanında karakterler üzerinden birtakım ahlâki mesajlar verilmeye çalışılmış.
Her bölümü, her cümlesi ile sanki acı dolu bir film seyreder gibiydi bu kitabı okumak. Belki de sevmenin böylesine yürek burkan tarafı yazıyla ancak bu kadar dokunaklı bir şekilde anlatılabilirdi.
Alexandre Dumas'ın oğlu Alexandre Dumas Fils tarafından kaleme alınan bu eser, Mösyö Armand Duval adında bir hukukçu ve Matmazel Marguerite Gautier adında bir metresin aşkını anlatıyor. Gel gelelim, bu tanımdaki "aşk" sözcüğü aslında o kadar da masum değil. Dumas, kendi halinde ve şüpheci bir aşık. Diğer tarafta ise savruk yaşam tarzına rağmen hâlâ masum bir şekilde sevebileceğine inanmış olan Marguerite var. Bu genç kadının hastalığına yenik düşeceği vakte dek belki de hayatında ilk kez samimi bir şekilde tadacağı samimi aşkın serüvenini okuyoruz.