Robinson Cruse şöyle diyordu: 'Yorgun veya hastalıklı, zayıf beynin ince uydurmalarını bırakın. Yaşayan gerçeği alın. İşte benim örneğim size. Fırtına denizde gemimi parçaladı. Yalnızca yurdum değil,insanların yaşadığı topraklar da çok uzaktı. Uçsuz bucaksız bir denizin ortasında yapayalnızım. Yolcuların hepsi boğulmuştu. Yalnızca ben, bir genç kalmıştı. Dalgalar ıssız bir adaya attı onu. Açtı,üstünde başında bir şey yoktu. Sonuç ne oldu?Öldü mü? Umutsuzluğa kapılıp canına mı kıydı?... Robinson parçalanan gemiden kalan her şeyi bin bir güçlükle topladı. Bir bari barınak yaptı kendine. Buğday ekti. Yaban keçilerini ehlileştirdi. Daha sonra vahşi bir yerliyi eritti. Kendine bilgili bir yardımcı, arkadaş yaptı onu. Karnını doyurabildiği rahat bir hayat kurdu kendine.
Ve tek başına!... Bir genç!...Yaptı bütün bunları!...Issız bir adada!'
Konuşmacı sürdürüyordu konuşmasını:
'Fin kardeşlerim! İki milyonluk Fin halkımız çocuk yaştaki Robinson'dan daha güçsüz,daha çaresiz,daha yeteneksiz midir?
Sayın profesörler, papazlar, yargıçlar, mühendisler,memurlar,avukatlar, genç Suomi'nin çocukları, aydınlarımızın çiçekleri,halkımızın arasında birer Robinson olmayı istemez misiniz? Robinson ıssız bir adada yamyam bir vahşiyi kendine kültürlü bir yardımcı olarak yetiştirdi. Oysa sizler büyük kentlerinizde, yüksekokulların,yayınevlerinin, tiyatrolarının, müzelerin duvar diplerinde, halkınızın milyonlarcasının cahil, sarhoş, kaba , neredeyse ilk insan gibi ilkel doğduğundan yakınabiliyorsunuz!