"Ne olup bittiyse onu anlat," dedi.
Alnındaki kırışıklıklar büsbütün derinleşmiş, tel çerçeveli gözlük burnuna düşmüştü. Akıl almaz bozgunların hesabını Salih'ten sorar gibiydi.
Salih'in sinirlerindeki karıncalanma artmış, tırmalama hâlini almıştı. Başından geçenleri anlatmak kolaydı. Fakat iyi biliyordu ki, ondan sorulan büyük hesaptı, sorunun içinde büyük facianın bütün kırıntıları vardı:
"Karılarımız, kızlarımız neden aç kaldı?"
"Neden yakacağımız, giyeceğimiz yok?"
"Biz Galiçya'sından Kanal'ına kadar dünyanın her yerinde aslan gibi evlatlarımızı bırakalım da İtalyan oğlanları ta kasabamıza kadar gelsin ha? Sebep?.."
Bütün bunların sebebini Salih onlar kadar bile bilmiyordu. Farkına varmadan güldü. Bu gülüş zerre kadar istemediği, kast etmediği ve yine farkına varmadığı hâlde küçümseyici, hatta alay edici idi. Sesindeki yırtıcı ton da gülüşünün mânasını tam bir kasıt haline getiriyordu:
"Ne bileyim ben?.." -omuzlarını silkmişti- "Seferberlik dediler. Sancak-ı Şerif açıldı dediler, hadi askere dediler, biz de gittik. Padişahım çok yaşa diye bağırdık. Sonra toplar, tüfekler patladı. Boyuna yürüdük, koştuk, süründük, sindik, saldırdık, ikide bir süngüleştik. Kiminde kazanmışız, ilerliyormuşuz, kiminde gerilermişiz... Hepsinde de ölen tam ölüyor, kalanlarınsa kimi tam, kimi de yarımyamalak kalıyordu. Sonunda harp bitti, yenildik dediler."