2008 yılında Washington D.C.'de, henüz bir doktora öğrencisiyken gittiğim ve tüm yükseköğrenim hayatı başkentlerde geçen biri olarak artık müdavimi olduğum elçilik resepsiyonlarından birinde bir Türk akademisyen, geri kalmamızın nedenini "Gök Tengri'den vazgeçip Arapların dinini almak" olarak gösterince, sahaf köşelerinde Samsun 216 içen amcalardan duymaya alıştığım böyle ipe sapa gelmez görüşlerin okyanusları aşabildiğini görmek beni çok şaşırtmıştı. Ancak, bu muhteşem (!) fikrin tarihsel değil, siyasal nedenlerle ortaya atıldığını ve hiçbir Türk'ün ne kadar yetenekli olursa olsun (kim kendisini başka türlü hayal eder ki?) kendisinden genç birini saygı çerçevesinde dinlemeyeceğini bildiğim için, karşı bir tez ortaya koymadan, ikiyüzlü bir gülümsemeyle olay yerinden uzaklaşmayı tercih ettim. İtalyanların da dediği gibi: Battaglia persa!
sevgilim şart değil bir silahın
ateş aldığını ispat etmek için tetiğe basmak
işte avuçlarımı seyret
sevgilim uyan bu çöle yoksa
yoksa vahalar dikeceğim ki murattır
ayrılık
kalbime dokunduğun an gerilen bir susta
ve kavuşmak çok kanlı bir sevaptır!
Hayatta kalıplar var… Ritimler. Bir hayatta kendimizi köşeye kısılmış hissettiğimizde, hüznün, trajedinin, başarısızlığın ya da korkunun, tek bir varoluşun ürünü olduğunu düşünmek çok kolay. Yalnızca yaşamanın değil, belli bir şekilde yaşamanın sonucu olduğunu düşünmek. Demek istediğim, acıya karşı bağışıklık kazanmamızı sağlayacak bir yaşam tarzı olmadığını anlasak, her şey çok daha kolay olurdu. Mutluluğun doğasında acının da olduğunu. Biri olmadan öbürünün de olmayacağını. Tabii ki farklı düzeylerde ve miktarlarda. Ama hiçbir hayatta sonsuza kadar saf bir mutluluk içinde olamayız. Öyle bir hayat olabileceğini düşünmek ancak yaşadığımız hayattaki mutsuzluğumuzu büyütmeye yarar.
Gerçeğin asıl avantajı şuradadır: Bir görüş doğruysa, bir kez, iki kez, hatta pek çok kez susturulabilir, ama çağlar içinde onu yeniden keşfedecek insanlar genellikle çıkacaktır, ta ki baskıdan kurtulup bir daha susturulamayacak kadar ilerleyeceği olumlu koşulların ortaya çıkacağı bir döneme denk gelene kadar. Denecektir ki, yeni görüşler ortaya koyanları artık öldürmüyoruz: Peygamberleri katleden atalarımız gibi değiliz, onlara anıt mezarlar bile yapıyoruz. Dine karşı çıkanları öldürmediğimiz doğru; en aptalca görüşlere karşı bile modern duyarlılığın tahammül edeceği ceza miktarı, onları yok etmeye yetmez. Ama yasaların verdiği cezaların lekesinden bile kurtulduğumuzu sanma gafletine düşmeyelim. Düşüncelere, en azından ifade edilmelerine karşı hala cezalar var yasalarda; günümüzde bile bu cezaların uygulaması, bir gün yeniden ve tüm güçleriyle canlandırılmalarını inanılmaz kılacak kadar az rastlanır değil.
İçinde bulunduğumuz çağda -ki "inançtan yoksun ama kuşkuculuktan ödü kopan" bir çağ olarak tanımlanmıştır ve insanlar görüşlerinin doğruluğundan değil, onlar olmaksızın ne yapacaklarını bilmeyeceklerinden emindir- bir görüşün açık saldırılardan korunması gerektiği iddiaları, bu görüşün doğruluğuna değil, onun toplum için olan önemine dayandırılır. Söylendiğine göre, insanların iyiliği için olmazsa olmaz ve çok yararlı öyle bazı inançlar vardır ki, devletlerin görevi, toplumun diğer çıkarlarını korumak olduğu kadar bu inançları da yaşatmaktır. Böyle bir gereklilik durumunda ve tümüyle görev tanımlarına uygun olarak hükümetler, insanlığın genel görüşüyle desteklenmiş bir şekilde kendi görüşlerini, kesinlik aramaksızın uygulayabilir, hatta bunu yapmaya da zorunludurlar. Sık sık iddia edilen ve çok daha yaygın bir şekilde düşünülen bir başka şey de, yalnızca kötü insanların bu saygıdeğer inançları zayıflatmak isteyeceğidir.