Yaşam ölümle lekelenmişse ve ölüm yaşamı reddediyorsa, in sanın oluşunun bir anlamı var mıdır?
Var oluşla ilgili dokunaklı olan şey de budur. Şeyler hayat içerisinde, hayata göre bir ereğe/sona sahiptir. Bu içkin bir erektir. Günümün, planlarımın bir anlamı vardır. Anlamı olmayan, bütündür. O zaman benim hayatım başkaları için bir şey ifade
İnsan öleceğini biliyor ama yine de buna inanmıyor. Ölüm er telenebilir mi?
Bir yandan, bir gün ya da bir başka gün ölmek kaçınılmaz bir şey. İnsan, ölmeye yazgılı bir varlık, bu kaçınılmaz. Diğer yandan, şu ya da bugün ya da ölmek asla zorunlu değildir. Mantıksal olarak, asla zorunlu değil, ama uzun vadede asla ölmemek de saçma olurdu. Bütün
Ölüm sadece akıl almaz değil, aynı zamanda dayanılamaz- dır da. Yaşamı hiçleştirendir. Öyleyse yaşam yayı neden ölüm tarafından gerilmiş halde?
Yanıt biraz karmaşık ya da bugünki söylemle, diyalektik. Karşısavın diyalektik rolü bu. Bergson tuhaf ama çok da derin biçimde, gözün pekala görme organı olduğunu, gözlerimiz olmadan elbette
Hayatım boyunca en çok nefret ettiğim adamla aynı çatı altında yaşıyordum ama işin garibi bunu oradaki doktor ve hemşirelere anlatmama olanak yoktu. Yalnız hastanedekilere değil hiçbir lsveçliye, hatta hiçbir Avrupalıya anlatamazdım bunu. Çünkü anlamazlardı. Onların gözünde ikimiz de Türk parantezine alınmıştık. Adının başında Türk sıfatı oldu mu ister faşist ol ister komünist, ister cellat ol ister kurban fark etmezdi.
Bülent'in söylediği gibi insan Türk olduğunu Türkiye'de iken anlamıyor ve kendisini diğer insanlar gibi hissediyordu. Farklılıkları, birey özellikleri olan bir insan. Ancak yurtdışına çıktığı zaman anlıyordu ki Batı'nın gözünde iyi Türk-kötü Türk ayrımı bile yoktur, sadece Türk vardır. Öylesine baskın bir damgadır ki bu, bütün kişisel özelliklerinin üstüne çıkar, onları boğar, kişiliğini öldürür.
işte şimdi ben de düşmanımla aynı kimliği, aynı varoluşu paylaşmak zorunda bırakılmıştım. Hastanedeki ve dışarıdaki bütün lsveçliler bana bu adamdan daha yakın geliyordu, onlarla aynı değer ölçülerini paylaşıyordum ama ne yazık ki ben onlara yakın gelmiyordum.
... ikisi birden yüce tanrı Enlil'e giderek "insanlık için hangimiz daha yararlıyız?" diye soruyorlar. Tanrı kazmayı daha yararlı bulmuş. Saban buna çok üzülmüş ama ne yapsın, tanrı kararı, karşı gelinemez ki.
"Tanrı kazmayı neden yararlı bulmuş, saban da insanları besliyor, aç yaşanmaz ya!" diye düşünülebilir. "Saban yalnız karın doyurmayı, buna karşın kazma evleriyle, görkemli tapınaklarıyla, düzgün yollarıyla, evsiz barksız, yiyeceksiz bırakılmayan işçileriyle koskoca bir uygarlığı simgeliyor. Şu halde Sumerliler karın doyurmaktan çok uygarlığı, insanların uygar olmalarını ön görüyor." Tahıl yerine doğada birçok yiyecekler bulunur, fakat uygar olmak kolay değil. İnsanların akıl ve yeteneklerini birleştirip onlara yön vermek gerek. Bu da kuşkusuz kısa zamanda olamaz. Bu tartışmada, uygarlık tarihi bakımından sosyologlara ve antropologlara bir hayli bilgi var.
En önemli verme edimi, maddi şeyler değil aksine insana özgü dünyadan bir şeyler vermektir. Bir kişi bir başkasına ne verebilir? Sahip olduğu en değerli şeyden, yaşamından, kendinden bir şeyler. Bu, tabii ki kişinin yaşamını bir başkasına adaması anlamına gelmez içinde yaşattıklarıdır vereceği şeyler, sevinç- lerini, ilgisini, anlayışını,
Gittim ama neden gittim düşündün mü hiç
Düşünmediysen düşün, belki bulacaksın
Gözünle görmen, elinle tutman şart değil
Ama illa ki vicdanına bir soracaksın
"O günlerde çok şey değişti. Ne kadar olağanüstüydü… Değişim… Evet, kesinlikle mistik ve mucizevi. Yanlış insanı öldürecektim. Kendimi öldürmek suretiyle gerçek suçlularla ödeşmek ve onları suçlamak hakikaten delilik. Eğer bir öldürme eylemi olacaksa, bırakın doğru düzgün olsun. Kendimi öldürmem cinayet anlamına gelir… Masum bir bireyin infaz edilmesi… En iyi ihtimalle, bir kenarda duran masum bir insanın öldürülmesi. Öldürülmesi gereken kesinlikle ben değilim; çünkü bir yaşam amacı bulamadım. Birkaç günde gerçekleşen bu değişim o kadar inanılmaz ve olağanüstü ki… Fevkalade! Bu değişimin büyüklüğü henüz tam olarak kavranamadı sanırım. Tam anlamıyla asimile olmam, geçmişteki ümitsiz halimi görmem zaman alacak. Muhtemelen o zaman bile durum şimdiki kadar basit görünecek: hayatımın anlamı yoktu. Para, arabalar, evler ve diğer bütün oyuncaklar sizi nereye kadar idare eder? İnsanın hayatında esaslı bir şeyler olmalı; uyanmak, yıkanmak, giyinmek, yemek, günü değerlendirmek, insanlarla kaynaşmak ve gerekeni yapmak için bir neden. İnsan bir şekilde dünyaya katkıda bulunmalı; aksi halde hayat anlamsız olmaktan da beter… Evet, sanırım müstehcen bir şakadan başka bir şey değil. Öyle ama gülen kim? Evet, kesinlikle, bir emekçi aldığı parayı ve sahip olduğu huzuru hak ediyor ve yaşam sevinci, hizmetle geçen bir hayatın münasip sonucu… İyi yaşanmış bir hayat… Hımmm, evet, evet tabii, sistemde kazara meydana gelen bir aksaklık… Hayat gerçekten harika…”
Hayatta kalıplar var... Ritimler. Bir hayatta kendimizi köşeye kısılmış hissettiğimizde, hüznün, trajedinin, başarısızlığın ya da korkunun, tek bir varoluşun ürünü olduğunu düşünmek çok kolay. Yalnızca yaşamanın değil, belli bir şekilde yaşamanın sonucu olduğunu düşünmek. Demek istediğim, acıya karşı bağışıklık kazanmamızı sağlayacak bir yaşam tarzı olmadığını anlasak, her şey çok daha kolay olurdu. Mutluluğun doğasında acının da olduğunu. Biri olmadan öbürünün de olamayacağını. Tabii ki farklı düzeylerde ve miktarlarda. Ama hiçbir hayatta sonsuza kadar saf bir mutluluk içinde olamayız. Öyle bir hayat olabileceğini düşünmek ancak yaşadığımız hayattaki mutsuzluğumuzu büyütmeye yarar."
Azalan nüfusun yaşam kalitesini düşürebileceği başka bir durum da, bir neslin bir öncekinden görece daha az sayıda olması değil, yeni neslin sayısının birden çok eşikten birinin altına düşmesidir. Böyle durumlarda, nüfusun mutlak (sadece görece değil) hacmi o kadar küçüktür ki, yaşam kalitesi düşer. En düşük eşikteki uç bir örneği düşünün: Adem
Harika bir hayat o kadar nadir ki, her bir harika hayata karşın milyonlarca sefıl hayat var. Bazı insanlar bebeklerinin de talihsizler arasında yer alacağını bilir. Fakat kimse bebeğinin çok şanslı olduğu iddia edilen o az sayıda insan arasında yer alacağını bilemez. Dünyaya gelen herkesi büyük acılar bekliyor olabilir. En ayrıcalıklı insanlar bile dayanılmaz acılar çekecek, tecavüze ya da saldırıya uğrayacak, hunharca öldürülecek bir çocuğu dünyaya getirebilir. İyimser kişi, tabii ki bu üreme denilen Rus ruletini meşrulaştırma yükünü taşır. Dünyaya getirilenlerin hiçbir zaman var olmayanlara kıyasla hiçbir gerçek avantajı olmadığı düşünüldüğünde, ciddi zararların risklerinin nasıl meşrulaştırılacağını anlamak güçtür. Sadece insanın da yanmak zorunda kalacağı alışılmışın dışındaki ciddi zararları değil, sıradan insan hayatının rutin zararlarını da düşündüğümüzde, durumun iyimserlikle üremeye devam edenler için daha da kötü olduğunu görürüz. Bu, onların tamamen dolu bir silahla Rus ruleti oynadıklarını gösterir -tabii ki namlu kendi kafalarına değil, potansiyel çocuklarının kafasına doğrultulmuştur.
Böyle eski, denenmiş iki dost arasında süslü sözlerin ve şairce yeminlerin gereği galiba yoktu. Onlarınki gibi sevgiler, eğer doğacaksa, iki kişinin önce birbirlerinin kötü huylarını tanıyıp, iyi yönlerini en son öğrenmeleriyle doğar. Aşk, katı, gündelik gerçek yığınlarının arasındaki çatlaklarda yeşerir. Çoğunlukla iki kişinin amaç ve işlerinin benzerliğinden doğan bu sıkı dostluk, bu can yoldaşlığı, yazık ki kadınla erkek arasındaki aşklarda pek seyrek bulunur. Çünkü kadınlar ve erkekler çalışma amacıyla değil, yalnızca zevk amacıyla bir araya gelirler. Gene de uygun koşulların böyle bir can yoldaşlığına zemin hazırladığı yerde bu çok yönlü duygunun, ölüm kadar güçlü olan tek aşk olduğu görülür, öyle bir aşk ki, sular söndüremez, seller boğamaz ve çoğunlukla “aşk” adı verilen öbür duygular bunun yanında buhar kadar cılız ve uçucu kalır.