Ayşen

Ayşen
@cokbilinmeyenlidenklem
Öyle anlaşılıyor ki, İslam öncesi Arapların bu iddiasında, Mekke döneminde ortaya konan ve dilsel üslup olarak şiiri andıran kısa, özlü ve veciz ayetlerin önemli rolü olmuştur. Bu olguyu, onların Kuran'ı, bir şiir olarak nitelendirmelerinden de çıkarsamak olasıdır. Arapların, Hz. Muhammed'e cinlenmiş ve şair demeleri arasında da ilginç bir ilişki söz konusudur. C. Huart'ın da kaydettiği gibi, onların şairlik geleneklerinde, cinlere önemli bir işlevin verildiği gözlenmektedir. Onlarca şair, kendiliğinden şiir söyleyen kişi olmaktan çok, cinlerle iletişim kurup onlardan şiir alan kişidir.
Reklam
Tarihsel bağlamı içinde Kuran
Kuran'ın oluşum sürecine gönderme yapan bu somut örnekler ne anlama gelmektedir? Bu sorunun yanıtı açıktır: Bildiriler, kimi zaman çeşitli gruplarca Peygambere sorulan sorulara bir yanıt olarak, kimi zaman Peygamberin seslendiği toplumda yaygın olan inanç, değer, kanı ve genel uygulama ve iddialara bir tepki olarak, kimi zaman farklı gruplarla yapılan tartışmalara ve söz konusu toplumda meydana gelen, savaş, anlaşma ve çatışma gibi belli tarihsel olaylara bağlı olarak, kimi zaman da gerek peygamberin gerekse ona inananların bazı psikolojik ve toplumsal ihtiyaçlarını gidermek için ortaya konmuşlardır. Bir başka deyişle, bildiriler, Hz. Muhammed ve toplumu ekseninde yaşanan olaylarla ilişkilidir.
Dilin sınırlılığı ve Kuran'da Tanrısal bilgi
Dilin mantıksal yapısından kaynaklanan anlatım güçlükleri de, dil-mantık ilişkisi ve dilin sınırlılığı açısından oldukça önemlidir. Bu duruma ilişkin en ilginç örneği, Kuran'da tanrısal bilgiye yönelik ifadelerde görmek olasıdır. Genel olarak Kuran, Tanrı'nın evrende yer alan gizli-açık her şeyi bildiğini ifade eden birçok bildiriyi bünyesinde barındırmasına rağmen, bu dünyayı sınav alanı olarak sunmak amacıyla, kimi yerlerde Tanrı'nın geleceği bilmediği izlenimi doğuran ifadelere yer vermektedir. Çünkü beşeri ve dilsel düzeyde sınamak, ancak bilinmeyen bir durumu bilinir hale getirmeye dönüktür. (...) Bu türden deyişler içeren ayetlerin, İslam kelamcıları/teologları arasında, Tanrı'nın yoku (ma'dum) bilip bilmediği ya da tanrısal bilginin önceli mi, yoksa öncesiz mi olduğu tartışmalarına yol açtığı görülmektedir. Ancak Kuran'da Tanrı'nın sınamasının yanında, dilin insaniliğinden kaynaklanan bir zorunlulukla lemma ya'lem (henüz bilmiyor, sonra bilecek); li'na'lem (bilmek, öğrenmek için) gibi deyişlerin de Tanrı'ya yüklendiği görülür. Kelamcıları/teologları ve Kuran çevirmenlerini sıkıntıya sokan bu ayetlerden iki tanesini aktarmakta yarar vardır: Yoksa siz, Tanrı içinizden cihat edenleri, Tanrı'dan, elçisinden ve müminlerden başkasını kendine sırdaş edinmeyenleri bilmeden (lemma ya'lem) bırakılacağınızı mı sandınız? Sonra iki gruptan hangisinin kaldıkları süreyi daha iyi hesap ettiğini bilmek için (li-na'lem) onları uyardık.

Reader Follow Recommendations

See All
"Ruh" sözcüğünün kökü
Sözgelimi ruh sözcüğü, Arap dilinde, rahe kökünden türetilmiştir. Rahe ise, anlamsal olarak nefes alıp vermeyi ya da soluklanmayı ifade etmektedir. Öte yandan aynı kökten türetilen rih ise, rüzgâr, koku, üfürük vb. anlamlara gelmektedir. Bu durum, ruh kavramının üfürük, soluk ya da nefesten türetildiğini ve idealize edildiğini düşündürmektedir. Nitekim Kuran'da da "ruhumdan üfürdüm" kavramsallaştırması yer almaktadır.
Dildeki belirsizlik ve anlaşılma problemi
Şu halde bir metin içindeki sözcüklerin ya da tümcelerin birden fazla anlama gelebilmeleri söz konusu olabilir. Bu durum, hem dilin kendi yapısından hem de dili kullanan kişiden kaynaklanıyor olabilir. Dildeki belirsizlikte, sözcüklerin ve tümcelerin çok anlamlılığı kadar, dilin zaman içerisindeki gelişiminin, farklı dillerle etkileşiminin de etkili olduğu söylenebilir. Zira dil, dinamik bir yapıdır; sözcükler, zaman içerinde kültürel dönüşüm ve farklı kültürler ve dillerle etkileşim sonucu anlam kaymalarına uğrayabilir. Bu nedenle olsa gerek, bir metnin, nasıl anlaşılacağı, nasıl yorumlanacağı sorunu, kökleri çok gerilere giden kadim/ eski bir sorun olarak karşımıza çıkar. Aynı durum Kuran metni için de söz konusudur.
Reklam
Ayrıca dil tarihseldir; dolayısıyla toplumsal gelişime koşut bir biçimde devinir, evrilir ve gelişir. Bu anlamda bir göçebe toplumun diliyle, yerleşik-tarım toplumun dili, ya da yerleşik-sanayi toplumunun dili arasında sözcükler, kategoriler ve kavramsal yapı bakımından köklü farklar vardır.
Dil-Kültür İlişkisi
Kaldı ki, dildeki sözcüklerin toplumun bireyleri arasındaki iletişimi ve anlaşmayı sağlamak için ortak içerimlerinin olması kaçınılmazdır. Bu ortak içerim de, en açık zeminini ortak bir kültür ve ortak bir yaşam biçiminde bulur. Öte yandan, toplumların kendi kültürlerini içerisinde yaşadıkları doğal ve toplumsal çevreyle girdikleri ilişki sonucu oluşturdukları gerçeği dikkate alınırsa, toplumların deneyimlediği coğrafi özelliklerin ve bunlardan izler taşıyan yaşam biçimlerinin, insan ve evren tasarımlarının, üretim biçimlerinin ve duygularının dildeki sözcük ve kavramlarda yansımasını bulması kaçınılmazdır.
Hakikate ulaşma çabası ve insan
Hakikat elbette vardır; ama insana daima sınırlı olarak görünür; yani insan hakikatı bilişsel, duyuşsal, dilsel ve kültürel sınırları içinde kavrar, asla saltık/ mutlak olarak elde edemez.
Çeviri Problemi
Her dilin ve kültürün, nesneler dünyasına bir bakışı, kavrayışı, kategorileri ve yönelişi vardır ve bu bakış tarihsel bir süreç olarak kavrandığında oldukça dinamiktir. Bu durum çoğu kez çeviri dediğimiz etkinliklerde de sıkıntı yaratır. Sözgelimi, Arapçada, sözcükler eril ve dişil olarak öbeklenmekte, ancak bunun Türk dilinde bir karşılığı bulunmamaktadır. Bu öbeklemenin doğaya, insana, topluma ve kutsal olana bakışta bilişsel, duyuşsal ve kültürel etkisinin olmadığı söylenemez.
Dünyaya içine doğduğumuz kültürün penceresinden bakıyoruz
Felsefi olarak bu ne anlama gelmektedir? Bunun anlamı açık diye düşünüyorum. Biz sadece insanın bilişsel ve duyuşsal yapısı tarafından değil, aynı zamanda, tarihsel tutamakları olan dil ve kültür tarafından da sınırlandırılıyoruz.
Reklam
Türsel olarak insan, dilin ve kültürün inşa edicisi olsa da, birey olarak onu hazır bulur; deyim yerindeyse her zaman tarihsel aşamadaki bir dile ve bir kültüre doğar; kültürlenme ve sosyalleşme süreciyle onları içselleştirir. Bu haliyle sosyalleşme ve kültürlenme gereği biliş ve duyuş sistemimizin içkin yapısının dil ve kültür üretimindeki yansısı inkar edilmez. Bunun felsefi olarak sonucu şudur: İnsan çoğu kez hem içine doğduğu kültür tarafından tutuklanır hem de var olanlar ile bilişini, duyuşunu ve kültürünü aşarak doğrudan temas edemez. Modern çalışmaların da gösterdiği gibi, gerçeklikle teması sırasında, daima ona biliş/ zihin, duyuş, dil ve kültür aracılık eder. Eğer durum böyle ise, insan ve insansal olanın, zorunlu olarak, tarihsel antropo- epistemoloji ve antropo-ontolojiden kurtulma şansı yok demektir. Dış dünya ile ilişkiye girdiğimizde, bir biçimde insani bilişin ve duyuşun onu biçimlendirdiği, dış dünyayı kavramsal boyuta taşıdığımızda, ona insansal bir damga vurduğumuzu, onu sınırladığımızı, dile getirdiğimizde, insansal bir mantıksal formda ifade ettiğimizi ve hatta ifade formumuzun tarihsel kültür ve dil tarafından bir biçimde eğilip büküldüğünü kabul etmek zorundayız.
202 syf.
8/10 puan verdi
·
Read in 10 days
Dörtlükler
DörtlüklerÖmer Hayyam
8.2/10 · 22.4k reads
202 syf.
8/10 puan verdi
·
Read in 10 days
Güzel bir derleme olmuş. Ancak şiirlerin içinde geçen bilinmeyen kelimeler için sayfanın alt kısmına küçük dipnotların eklenmesi okuyucu için daha faydalı olurdu.
Dörtlükler
DörtlüklerÖmer Hayyam · Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları · 202122.4k okunma
Bu kubbe altındaki bin bir belayı gör; Dostlar gideli boşalan dünyayı gör; Tek soluk yitirme kendini bilmeden; Bırak yarını, dünü, yaşadığın anı gör.
Sayfa 183Kitabı okudu
Kimileri laf dünyasında şişinip durmuş; Kimi güzel ardında, köşk ardında koşturmuş; Perdeler inince anlar her biri, ey gerçek, Senden ne uzak, ne uzak yollara baş vurmuş.
Sayfa 180Kitabı okudu
113 öğeden 16 ile 30 arasındakiler gösteriliyor.