"Böyle telaşlı, böyle ikircikli gelir onun adamları. Bunların gelişleri altlarındaki atların yürüyüşlerinden belli olur. Üstündeki adam korkuyor mu, atın ayakları biribirine dolaşır, yiğit mi, at da uçarcasına, tüy gibi hafif, yiğitçesine yürür. İkircikli mi, kederli mi, sevinçli, düşünceli mi, dalgın mı, atın yürüyüşünden, halinden tavrından belli olur. Utanıyor mu, at utangaç utangaç yürür. Bu gelen atın üstündeki adam utancından yerin dibine geçiyor. Hiç de gelmek istemiyor ama ne yapsın fıkara. Bak, atlı çok uzakta, kim olduğu, nereye gittiği belli değil, koca yoldan bin kişi geçer. Yaklaşsın, göreceksin ki bu gelen Kabakçının elçisidir. Şaşmaz at yürüyüşü. Şaşmaz. Üstündekinin içini apaçık ortaya koyar. Az bekle. Bu gelen adamlara da öyle bir acıyorum ki... Her gelen de üstelik çamsakızı gibi yapışmaya geliyor. Bu adamda hiç mi onur yok? Şaşıyorum, insan nasıl nasıl bu kadar onurdan yoksun olabilir? Sahiden şaşıyorum, ve anlamıyorum. Ama ben ona yapacağımı biliyorum. Onu daha, daha aşağı, çirkefin içine iteceğim ve öğreneceğim ki insan onursuzluğu nereye kadardır, insanoğlu nereye kadar alçalabiliyor? Her şeyin sınırı olmadığı gibi, alçalmanın da bir sınırı yoktur herhalde. Ama bu sonsuzluğu gözlerimle görmek istiyorum. Elime bir tecrübe hayvanı düşmüş ki, yakasını bırakmayacağım. Ve onu mümkün mertebe uzun müddet bu kapıya köpek edeceğim ve bu kapıda onu köpekler gibi havlatacağım. Bin kere, milyon kere bu kapının eşiğine yüz sürdüreceğim ona. Bankalar dolusu parası olsun isterse, şu Çukurova onun olsun isterse, ne fayda... Ona Akçasazdan bir dönüm bile verdirmeyeceğim."