Dokunmanın önemi öyle büyüktür ki, handiyse antropolojik diye tanımlayabiliriz onu: İnsan olmak, ona bağlıdır. Her bireyin hayatında iyice diplere atılmış bir çapadır bu tecrübe: Dokunuyor ve dokunuluyorsam, duyusal olarak, ruhsal olarak, zihinsel olarak ve ola ki aşkın anlamda da, yaşıyorumdur. Dokunma olmadan, hayatı hissedemem. René Descartes'in 17. yüzyılda Yeniçağ'ın başlangıcında insan olmanın çekirdeğini gördüğü “Düşünüyorum, o halde varım”ının, Cogito ergo sum'unun aksine, “Dokunuyorum, dokunuluyorum, halde varım," demek lazımdı: Tango tangor ergo sum. Sadece düşünen Ben'den bahseden Cogito'dakinden farklı olarak, dokunmada başından itibaren dokunulmak da vardır, yani Ben'e ek olarak Ben'e dokunan öteki de oyuna dahil olur. Bu Ben'e, onu boğan yalıtılmışlığını aşma imkânını verir, böylece yeni bir kuvvet ve yaşama sevinciyle insan olmanın doygunluğunu keşfe çıkar. Olağanüstü tecrübelerle karşılaşılabilir bu keşif gezisinde. Dokunuşlar, sadece Ben'i ötekilerle ve bütün dünyayla birleştiren duyusallığı harekete geçirmekle bile, bir duyusal doygunluk yaratırlar. Buna duyulan ihtiyaç, erotizm ve cinselliğin zembereği olabilir; onları doyurmanın en iyi yolu da, sadece dışsal temasla sınırlı kalmamasıdır. Ama her türlü dokunuş ortadan kalkar, eksik kalır ve reddedilirse de, bu korkunç bir anlam boşluğuna yol açabilir. Hayatı hissetmem artık o zaman, ruhun geniş bir alanı yiter gider.