Muhakkak ki Biz o e ma neti göklere, ye re ve dağ lara arz ettik de, onlar o nu yüklen (ip yerine ge tireme mek ten, bu neden le de azâ ba düş)mekten kaçın dılar ve on(a hâ inlik yapmak)dan kork tular. İnsan ise o nu yüklendi (ama ekseriyeti ona hâinlik etti). Şüp hesiz o (insan türünün birçok ferdi), (emânete hâinlik eden) son derece zâlim ve (işin âkıbetini bilmeden içine dalan) pek büyük bir câhil olmuştur!
Burada zikredilen “Emanet” mefhumu; İslâm`ın farz kıldığı namaz, oruç, hac, zekât, doğru konuşmak, borç ödemek ve her işte adâlete riâyet hükümlerinin tümüne şâmil olduğu gibi; göz, kulak ve tenâsül uzvu gibi tüm âzayı haramlardan korumak, bir de insanlar arasındaki amânetleri yerine getirmek ve ahde vefalılık gibi bütün ilâhi teklifleri içine almaktadır. Allâh`u Te`âlâ göklere, yerlere ve dağlara akıl, idrak ve konuşma kabiliyetleri verip bu emâneti kendilerine arz etmiş, onlar da sevaptan hoşlanmalarına rağmen, isyan durumunda karşılaşacakları azâbı göz önünde bulundurarak: "Yâ Rabbi! Biz emrine âmâdeyiz, fakat sevap da azap da istemiyoruz!" demişlerdir. Bu teklif Âdem (Aleyhisselâm)`a yapıldığında ise: "Kulağımla omuzum arasına!" diye hemen kabullenmiş, Allâh-u Te`âlâ da ona, söz tuttuğu müddetçe yardımını esirgemeyeceği vaadinde bulunmuştur. (Hâzin)